Ömer HİDAYET


Sınıfa düşen uzun gölge/anı


1990 /Şubat 17

         Bugün, Bakanlık Kararnamesini elden getirip, göreve başladığım mutlu günüm. Okulun Müdür Yardımcısı Afyon /Çay ilçesinden bir çiftçi çocuğu olan Osman bey, 1.80 boyu, beyaz teni ile tipik bir Ege insanı. Hakkâri’nin, Üzümlü Köyüne iki yıl önce gelmesi, kıdemine ve yaşamıma çok şey katmıştı. İnsanı ilişkileri ve sosyal yönü oldukça güven veren bir özellik taşıyordu. Okulun giriş merdivenlerinin karını temizlemesi, kırılan kürek sapını onarmak için, çektiği zahmet dikkatimi çekmişti. Valizimi alıp, lojmanın bayan katına taşıması, taşırken de, Ege şivesini konuşması, Anadolu insanının, bitmek bilmeyen sevgi ve görev aşkının bir sonucu olsa gerek, diye düşünmüştüm.

 

1990 /Şubat 19

     Yazmayı ihmal etmediğim günlüğüme mutlaka Zeynep’i kaydetmem gerekiyor. Okulun toplam mevcudu,14 kişiydi. Birinci sınıftan, beşe kadar birleştirilmiş bir sınıftı. Her gün sobayı, Zeynep yakıyordu. Yaşının üstünde, becerikli ve hamarat bir kız olduğunu Müdür Yardımcısı Osman bey anlatmıştı. Bende, bu görevi üzerinden almadım, devam etmesini söyledim. Görev aşkı, gözlerine yansıyordu. Ayağının ucunu içeri katlaması, dikkatimi çekti. Çıkışta yanıma çağırdım, geçmiş olsun dedim, ayağındaki aksaklığı sordum, başını öne eğdi. Israr ettim, ayak parmaklarını içeri katlamasının ne kadar yanlış ve vücudunun gelişmesine zarar verdiğini söyledim. Öğretmenim dedi, parmaklarım görünmesin diye böyle yapıyorum. Başparmağı görünecek kadar ayakkabıda delik açılmıştı. Yüzünde, küçük bir mahcubiyet rüzgârı esti. Başını kaldırmadan konuşmasını sürdürdü. Babam, bu nisanda sümbül dağından toplayacağı taze ışkınları sattığında ayakkabı sözü verdi dedi. İlk maşım ile anlamlı ve unutulmaz hediyemi almam için, iyi bir fırsat diye düşündüm. Göğsümden dimağıma doğru bir huzur şelalesi aktı sanki. Bu diyarlara niçin atandığımı kara kara düşünmeye başlamıştım. Bir yüreğe dokunmak, bir gönlü fethetmek benim asıl işim olmalı dedim.

 

1990/Şubat 21

       Anadolu’nun tozlu yollarına düşmüş edebiyat kahramanları bir bir sayfalarıma misafir ettim. Bu anı işi benim için, uzun kış gecelerinin iyi bir meşgalesi oldu. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Zeyniler köyü, Yakup Kadri’nin Yaban romanın başkahramanı Cemal, yolculuğumun köşe taşları olmuştu. Bir çıra yakmak, eğitim semasının yıldızları olmak gerekir, diye not aldım. Yılgınlık, çaresizlik, bahane üretmek, insan düşüncesini kene gibi kasıp kavuran, tembel bir ruh hali demekti. Umut olmak, umudu bulmakla mümkündü. Karlı yolları, at sırtında geçerken, küçük bir valiz ve birazda doğunun çetin kış şartları ile baş etmek için derlenip toparlanmış, giyeceklerin olduğu bir gübre çuvalı, bana eşlik etmişti.

 

1990/ Şubat 24

       Edebiyat dünyasının çilekeş yazarlarını düşündüm dün akşam. Okul sıralarını, umutla dolduran Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif Nihat Asya, Orhan Şaik Gökyay, Behçet Kemal Çağlar, Nihat Sami Banarlı, Rıfat Ilgaz bir bir geçit yapıyorlardı. Anadolu, mümbit toprağı gibi, mümbit ruh fidanlarının sulanmasını, boy vermesini bekliyordu. Şark görevi, sürgün yeri olmaktan çıkmalı, Beyruni’lerin, Ali Kışcu’ların, Harezmi’lerin, İbni Haldun’ların,Farabi’lerin yetişeceği irfan görevine dönüşmeli diye not düştüm.

      Mardin, de doğup İlim dünyasına Kimya alanında Nobel getiren bilim adamımız Aziz Sancar, yeniden gönül ocağımızda küllenen, eğitim ve ilim yolculuğunun fitilini ateşlediler, dedim. Kültür ve fikir dünyamıza, Anadolu ruhunun irade ve ahlak düşüncesini yıllarca ilmek ilmek işleyen Nurettin Topçu bey, anı defterimde bu akşam son misafirim oldu. Anadolu fikrini, Türkün ruh kökünün, Malazgirt ovasının, esintileri ile serinletmişti. Tarihe kattığı derinlik, Anadolu’nun yurt yapılmasında çekilen sıkıntılar,tarih şuurumuzun başlangıç noktasının köklü değerlerle süslenmesi, başlangıç noktamızın , gelecek nesillere daya iyi kavratılamsındaki gayreti, hertürlü takdirin üstünde idi. Anadolu, aynı zamanda ahlakın ve irfanında bir başka ruh iklimine mekân olmuştu. Maddi kalkınmışlığın yegâne yolu, manevi dinginlik ve ruh selameti ile mümkün olacaktı.

 

1990/Şubat 26

         Soğuk, burun direğimizi sızlatıyordu. Kar, aralıksız yağdı bugün. Okul çatısı çökmesin diye, Osman hoca yine lise yıllarının hatırası dediği kaşkolünü başına sarmış, kar kürelemişti. Dışardaki çetin kış şartlarını anlatırken, Afrika kıtasında bir müddet bulunan, Fransız Rimboud aklına geldi. Yazılarında, kesik kesik, vurgulu ve öz ifadeler kullanıyordu. Bugün hava açık, bugün hava kapalı, bugün hava rüzgârlı, memleketine rapor ediyordu. İnsan zihnini bulandıran, teferruat anaforuna düşmekten uzak bir üslubu vardı.

      Muhtarın, büyük abisi Halit Efendi, okul işlerinin gönüllü elçisi idi. Tamir yapmaktan bıkmadığı Kar küreği ile bir taraftan buzlanmış karları düşürmeye çalışmıştı. Saçaklar, artık tehlike arz etmiyordu.

     Bugün, mutlaka medeniyetin inkıraz çocuğu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, doğu batı fikrini not etmeliyim.  Huzur romanın, başkahramanı Mümtaz’ın, muayene salonunda Bethooven çalarken,

“-Doktor bey, ben ne İtri’den nede Bethooven’den vazgeçerim. Sanki bir vücut üzerinde iki baş gibiyim diyerek, Batı’nın simgesi aklında, Doğu’nun sembolü ruhunda, birbirinden asla ayrı kalamayacağını söyler. Bunlar,  siyam ikizi gibi, birbirine muhtaç, ama birbirinden bağımsız kişilikler olması gerektiğini, not aldım. Tüm medeniyetler, bir anlamda eşik fikrinin bir başka açılımı olsa gerek diye düşündüm. Eşikte olmak, asla eşikte kalmak değildir. Araf, ötekileşme değil, kendin kalarak, başka dünyalara kanat açmak değil de, başka ne olmalı diye, uzun uzun düşündüm. Bunu en iyi, Mevlana’nın bir ayağın yerde sabit, bir ayağın sema için hareket halinde olması gerektiğini söylediği, pergel meteforuna benzetebiliriz diyerek, günlüğümü bugünlük noktaladım.