Musa Tektaş


ŞEYHLERİN REİSİ, "ŞEYHÜ’Ş-ŞÜYÛH" ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİDİR

ŞEYHLERİN REİSİ, "ŞEYHÜ’Ş-ŞÜYÛH" ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİDİR


Kemal Ümmî’nin Şeyh Hâmid-i Veli Hazretlerine yazmışı olduğu mersiyenin 16-20.beyitlerinin açıklamasına devam ediyoruz: 

16. Çü cânın fi sebîli'llah komışdı bî-ğaraz li'llah

       Zihî gâzi kim ol Allah yolında terk-i ser kıldı

(Canını Allah yolunda feda edecek derecede dünyevi hiçbir karşılık beklemeden hak yoluna koymuştu. Bu yolda mücadelesi gaza niyetiyle olduğu için bir nevi gazi oldu. Allah yolunda baş ve candan geçecek derecede fedakârlık gösterdi.)

Tasavvufta “âşık” canını Allah yoluna veren muhabbet ehline denir.  Olgunlaşmış imanı ile insan-ı kâmil olma yolunda meşakkatlere sabreden Mevlâna sâlik’i , “aşk” kavramı ile “İlahi Aşkı” kasteder. Ona göre imanın ve aklın en üst mertebesi olan “aşk”a ulaşabilmek için talip, ibadet ve riyâzet ile başladığı uzun soluklu yolculuğunda birçok çile ve musibete direnebilme azim ve kararlılığında olmalıdır. Aksi halde onun aşktan nasibi ancak utanç ve rezillik olur. Aşk, akıldan çok daha fazla ümide sahiptir. Çünkü hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar. Dönüştürücü bir iksir olan aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Aşk aklın ve duyuların idrâk edemeyeceği âlemi anlamaya çalışan tek kılavuzdur. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belâlara uğrar, sabreder. Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. İçinde bir fayda elde etme ümidini öldürmüştür. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Allah’ın aldığı gibi yine hepsini Allah’a verir, tertemiz olur. Allah, ona sebepsiz olarak bu varlığı vermiştir. O cömert er de sebepsiz olarak Allah vergisini sadece Allah’a bağışlar. Mâşuk sevgisini âlemdeki hiçbir şeye değişmez. Onun için mâşuku ile arasının iyi olması kâfidir. Hatta kendisi de dâhil hiçbir şey bırakmayacak şekilde, bütün varlığı sevgiliye hîbe etmektedir. Çünkü maşuku, kalben apaçık bir şekilde görmenin tek yolu canı, aşka uydurmaktır. Mevlânâ, hâkiki diriliğin aşkta yok olmakla mümkün olduğunu gösterir. Dolayısıyla Allah’a (c.c.) karşı sınırsız bir ümit içerisinde olmasına karşın insanlardan ümidini kesebilir. Bunun sonucu olarak Yüce Yaratıcı haricindeki herkesin ona kızmasının, herkes ile arasının açılmış olmasının hiçbir önemi yoktur.

Mevlâna aşkı “aşk alevinin devamlı yanan ve her şeyin içinde kaybolduğu” şey olarak tarif etmiştir. Hatta “Âşığın Allah’tan kazandığı sevap da Allah’tır. Âşıkların neşesi de odur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de.” Bu denli yoğun olan aşk ateşi içerisinde âşık kendinden bigânedir. Onun aklı fikri, varı-yoğu mâşukudur. Başka bir perspektiften bakıldığında âşık aynı zamanda maşuktur. Çünkü âşık olmakla beraber kişi mâşuk tarafından sevildiği nispette mâşuktur da. Susamış insanlar hararetle su ararlarken, diğer taraftan su da cihanda susuzları arar. 

Allah yolunda muhabbetle fedakarılık gösterenlerin asıl görevi her şeyden geçmek, ölmek ve yok olmaktır. Bu sebepten dolayı Mesnevî’de mâşuğu ile konuşan âşık bu sözü duyar duymaz oracıkta ruhunu teslim eder. Kendisine dininden dolayı işkence yapılan bir başka âşık ise çarmıha gerilir, çıplak vaziyette iken vücuduna dikenli dallarla işkence yapıldığı halde, kanlar içinde olmasına karşın “Ahad” diyerek can verir. Çünkü aşk fenâ ile bekâ arasındaki perdenin kalkışıdır. Bu bağlamda ölen kişi sevgilisine kavuşmuştur, bir bilinmezlik âlemi ve yokluk çukuruna gitmemiştir. O, Hakk’a doğru yürüyüştür, vuslattır. Mevlâna’da bu yüzden ölümü istemiş ve ölüm gecesini “şeb-i aruz” olarak nitelendirmiştir. (Musa Kaval, Mesnevî’de Aşk ve Âşık, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 15 Sayı: 49,Güz 2011, ss.117-125.)

17. Şu dostluklar kim ol üstâd bize kılmışdurur bünyâd

      Ne kavm u kardaş u evlâd ne mâder ne peder kıldı

(Manevi üstadımız Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri bizi öyle bir sevgi ve muhabbetle kardeş eylemiş, gönüllerde dostluk oluşturmuştur ki, bu dostluk kişinin kendi öz kardeşi evladı babası 

Tasavvuf kardeşliği din kardeşliğidir, yol kardeşliğidir. Dini olarak “Uhuvvet” olarak ifade edilir. Uhuvvet; sözlükte “Kardeş, arkadaş, yoldaş, dost, meslektaş ve ortak” gibi anlamlara gelen ah (kökü, kişinin aynı anne veya babadan dünyaya gelmesi veya sütkardeşliği sebebiyle oluşan kan bağını ifade etmekle birlikte kabile, din, zanaat, muamele, alışveriş, sevgi gibi ilişkiler vesilesiyle oluşan manevi bağı da kapsamaktadır.

 Bir görüşe göre kelimenin “ihve” şeklindeki çoğulu kan bağını, “ihvân” şeklindeki çoğulu ise mânevî bağı ifade etmek için kullanılmaktadır. Tasavvufta ise uhuvvet, genel anlamıyla din kardeşliği ve arkadaşlık anlamıyla kullanıldığı gibi özelde aynı tarikata bağlı olan müridlerin aralarındaki kardeşliği ifâde etmektedir. Bu anlayışın temeli Kur’ân’da mü’minlerden kardeşler olarak bahsedilmesine dayanmaktadır. “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 10.) âyeti başta olmak üzere Kur’ân’da yer alan pek çok âyette mü’minlerin kardeşliğine vurgu yapılmış olması, buna ilaveten hadislerde din kardeşliğinin öne çıkartılarak özellikle ensar ile muhacirlerin birbirleriyle kardeş ilan edilmesi tasavvuftaki ihvân anlayışının temellerini oluşturmuştur.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb’da sohbet ve uhuvvete geniş bir yer ayırmış, burada kardeşliğin mahiyeti, önemi, arkadaş seçimi, arkadaş ile geçimin nasıl olması gerektiği, arkadaşı yalnızca Allah için sevmek, ona karşı ihlaslı olmak gibi sohbet ve uhuvvette dikkat edilmesi gereken hususlar üzerinde durulmuştur. Gazzâlî de Mekkî’de olduğu gibi İhyâu ulûmi’d-dîn’de ülfet ve uhuvvetin faziletine geniş bir bölüm ayırmıştır. Burada öncelikle uhuvvetin önemine dair âyet ve hadislere yer vermiş, ardından dostluğun dünyalık merkezli olmaması gerektiğini vurgulayarak arkadaşlık edilecek kimsede bulunması gereken vasıflar üzerinde durmuş ve son olarak arkadaşların birbirleri üzerindeki haklarından bahsetmiştir. (Mahmud Esad Erkaya, Tasavvuf Klasiklerinde Sohbet ve Uhuvvetin Temel İlkeleri, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (1), 2017, ss.249- 276.)

İhvan yukarıda belirtildiği gibi ay­nı tasavvufî kola mensup olanların birbiri hak­kında kullandıkları bir ifa­dedir. Hulûsi Efendi Hazretleri: 

"İhvan ilmi ile âmil,

 Hâli ile kâmil olmak gerek" buyuruyor. 

Tasavvufta ihvanlık, ay­nı anadan doğan iki veya birçok insan gibi kardeş ola­rak görül­müş, hatta ba­zen bunun üstün­de bir­lik­telik, sevgi ve beraber­lik sergileyenler dahi olmuş­tur. Kemal Ümmî yukarıdaki beyitte bunu vurgulamaktadır. Tasavvuf kardeşliğinin olşturduğu dostluğun ilahe mihabbet kaynaklı olduğu için üstünlüğüne işaret etmektedir. 

Kişi nasıl kendi öz kardeşine, din kardeşine hatta tüm insanlığa ve mahlûka hizmet borçlu ise, aynı mürşide bağlı olan insanlara, vakıf ruhuyla hizmet etmekle sorumludur. Çünkü bu bir insanlık borcudur. Bu hizmet, kişilerin birbirine muhabbet, meveddet ve sevgilerinin artmasına sebep olur. Hem ind-i İlâhî’de dereceleri artar, hem de Cenab-ı Hakk’ın çeşitli lütuf ve sonsuz ikramlarına erişilmesine vesile olur. Rahatlık, huzur içerisinde olan ve imkânı müsaid olan bir ihvan,  Allah için hayırlı işlere hizmetle kendisini sorumlu görmelidir. Bir kardeşinin hem sevinci hem de kederi kendinin sevinci ve kederi olmalıdır. Çünkü sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, kederler ise paylaşıldıkça azalır, denmiştir. İnsanların her zaman için birbirlerine ihtiyaçları olur ve hizmete gereksinim duyarlar. İşte diğerleri de buna gerekli duyarlılığı gösterip üzerlerine düşen hizmeti yapmalıdırlar.

18. Anun ol pend ü irşâdı biliş kıldı kamu yâdı

      Ki her 'ubbâd u zühhâdı tapusına nöker kıldı

(Onun öğütleriyle gönülleri irşad edip yakınlaştırması, yabancıların tanış biliş yol arkadaşı olmalarını sağladı. İbadet ve zühd ehli olanlar bile onun kapısında hizmeti önemsediler.)

Kemal Ümmî’nin “Biliş kıldı” ifadesine geçmeden hepimizin hatırlayacağı Yunus Emre’nin “tanış olalım” ifadesini izahta fayda vardır. 

“Gelin tanış olalım

 İşi kolay kılalım

 Sevelim sevilelim

 Dünya kimseye kalmaz”

 Yunus Emre’nin bahsini ettiğimiz dörtlüğü “Gelin tanış olalım” dizesiyle başlar. Tanış olmak, “birlikte ya da karşılıklı” olarak yapılması gereken bir eylemi ifade eder. Buna göre bu ifadeyi “gelin, birbirimizi tanıyalım” şeklinde anlamlandırmak gerekir. Yani “ben seni tanıyayım, sen de beni tanı.” Karşımızdakini tanımanın bir adım öncesi daha vardır. O da kişinin önce “kendini tanıması”dır. Çünkü kendini tanıma fiilini gerçekleştiremeyen kişi, bu eylemin şahsi tecrübesine sahip olmadığı için başkasını tanıma imkânı bulamayacaktır. Buna göre tanış olmanın ilk adımındaki “kendini tanımak” eylemini “kendini bilmek” şeklinde düşünmek gerekir. Kendini bilmek, tanımak eyleminin anlamlı olması ise bir başka “tanıma” eyleminden geçmektedir. Yunus bunu da şöyle belirtir: “Okumaktan mana ne/ Kişi Hakkı bilmektir/Çün okudun bilmezsin/Ha bir kuru emektir.” Buna göre kendini tanımak, ancak Hakk’ı tanımakla, bilmekle gerçekleşebilir. Öyleyse kişi, önce kendini tanımalı, Hakk’ı tanımalı (bilmek ve kabul etmek anlamında), sonra karşısındakini tanımalıdır. Bu aşamadan sonra ise “tanışmak” dediğimiz eylem gerçekleşebilir. 

Biz, insan olarak farklı bir varlık kategorisindeyiz. Bu yüzden insan olarak aslında ezelî bir yakınlığa sahibiz. Akıl, gönül, bilgi sahibiyiz. Bu yüzden birbirimizin kim ve ne olduğunu bilmemiz, birbirimizin varlığını kabul etmemiz gerekir. Birbirimizi saymak, dinlemek, anlamak insan oluşumuzun bir gereğidir. Birbirimize karşı sorumluyuz. Bütün bunlardan dolayı birbirimizi bilmemiz, tanımamız, anlamamız gerekir. Bütün bunlardan sonra dörtlüğün diğer kelimelerine de bakarak şunları söyleyebiliriz. Yunus Emre, “gelin” fiiliyle bütün insanlara evrensel bir çağrıda bulunmaktadır. Bu çağrının özünü “tanışmak” eylemi teşkil etmektedir. Yani geniş anlamıyla “insan olarak kavgayı, ayrılığı, uzaklığı bırakalım, dost ve kardeş olalım.” demektedir. Eğer bunu geçekleştirebilirsek “iş kolay kılınacak”tır. Burada “iş” kelimesini de bütün anlam boyutlarıyla düşünmek gerekir. Bir defa daha söylemek gerekirse önce kendimizi tanımak, bilmek, bunu anlamlı hâle getirmek için Allah’ı tanımak, sonra bu bilgi ve anlayış imkânlarıyla başka insanları tanımak dahası onlarla birleşmek, bütünleşmek, aramızda bir kardeşlik hukuku tesis etmek için tanışmak gerekmektedir. Bu da ancak sevgiyle olabilecektir. (Mustafa Özçelik, Yunus’un Bir Dörtlüğünü Anlama Denemesi, Türk Dili, ss.77-80.)

Tasavvufun ideal dünyasındaki insanlar birbiriyle “tanış-biliş” olan insanlardır. Bugünkü dünya düzeninde birbiriyle “biliş” olmak yerine, “ötekileştirici” olan ve etnik ötekileştirmelerden tutun da komşuluk ilişkilerine kadar birbirine “yabancı” olan bir “yalnızlaştırıcı” anlayış ve yaşayış biçimi görülmektedir. Birbirimizi tanıdığımızda “bir”likler artacaktır. Vahdet oluşacaktır. İslâm’ın ve Tasavvufun ana unsuru olan bu vahdet, ancak “tanış” olmakla sağlanabilir. Burada “biliş olmak” ifadesinin bir başka anlamı, insanlar arasında olması gereken “empatiyi” sağlamak olmalıdır. Modern dünyada “öteki” olarak bireylerin “anlaşılması gereken” ve “iletişim kurulmaya layık” bir “özne” olduklarını buyuran dinler, “eşitlik” kavramı üzerinden “duygusal”, “zihinsel” ve “ahlaki” yakınlaşmayı sağlamaya çalışmakta ve bu anlamda “empatik iletişim”in temellerini atmaktadırlar. Bireyin en başta “kendini bilip” kendisinden yola çıkarak bütün varlığa yüklediği anlam kapsamında “sorumluluk bilinci”ne erişmesine yardımcı olan şey, empatik kabiliyettir. Tasavvufun ideal dünyasındaki ideal insanın geliştirmesi gereken sorumluluk bilinciyle oluşabilecek bu süreç, insanların öncelikle birbiriyle tanış olmaları yoluyla gerçekleşecektir. (Cüneyt Akın, Yunus Emre’de İdeal Dünyanın Unsurları, AÜSBD, Cilt: 22, Sayı: 2002, s.71.)

19. Anun evsâfı eltâfı tutubdur kamu etrâfı

      Cihâd adl u insâfı cihâna serteser kıldı

Onun güzel vasıfları, önek halleri ve lütufkâr davranışları her tarafa yayılmıştır. Nefisle cihadı, adaletli uygulamaları ve insaflı şahsiyeti ile bütün dünyayı baştan aşağı donatmıştır.)

Tasavvufta nefis, maddi haz ve şehvetlerin, arzuların, günahların ve şerlerin barındığı yer olarak kabul edilir. Bu arzuların en tehlikelisi tasavvuf erbabınca makam sevgisidir. Nefis ile mücadele eden, onu zayıflatarak öldüren kimse, ruhunu müşahede ve marifet ile ihya eder. Hevâsı peşinden giden, nefsin isteklerine boyun eğen kimse ise ruhunu kötü hasletlerle kirletir. Tasavvufta nefis, kötü huy ve süflî arzular manasında kötülüğü emreden bir varlık olarak anlaşılır. “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir” (en-Nisâ 4/79) âyeti ile “Allah’ım! Nefislerimizin şerrinden sana sığınıyoruz” hadisi bu hükmü destekleyen delillerdendir. Şeytana her hususta yardımcı olan nefis, insanın en büyük düşmanı olarak görüldüğünden müminler, nefisleri ile baş başa kalmaktan her zaman Allah’a (c.c.) sığınmışlardır.

Mutasavvıflara göre hakikate erişmek için cihad ruhu ile nefsin tezkiye edilmesi gerekir. Tezkiye için de nefsin tüm kötü arzularına gem vurmak ve hatta onu öldürmek yani pasifize etmek şart koşulur. Nefis etkisizleştirilince kötülüğe teşvik eden ve günah işleten kimse kalmaz. Nefis nurun tecellisinde ölerek kaybolduğunda kişi artık daha rahat hayır işlemeye, iyilikte bulunmaya başlar.

Tasavvuf ehli, “Hevâsını ilah edineni görmedin mi?” (el-Câsiye 45/23) âyetini delil göstererek nefsi insanın putu şeklinde tasavvur ederler, hakk’a ulaşmak için bu putun kırılması gerektiğini düşünürler. Nefsini süfli arzulardan sakındıranların cennete gireceğini bildiren âyette buna vurgu yapılır.

Nefis kendinden hoşlanır, hevâsına tapar, bencildir, gururludur. Zaafiyet, şehvet, cimrilik ve bilgisizlik onun temel nitelikleridir. Nefsin yapısında hayvanlık, şeytanlık, vahşilik ve tanrılık özellikleri vardır. Nefisteki düşmanlığın kaynağı yırtıcılık, oburluğun kaynağı hayvanlık, hilekârlığın kaynağı şeytanlık, kibrin kaynağı ise tanrılıktır. Bu dört özellik sırasıyla köpeğe, domuza, şeytana ve bilge kişiye karşılık gelir. Nefis, içinde bunların tamamını barındırır.36 Salihlerden olabilmek, mücadeleyi kazanabilmek, nefisteki tüm bu kötü hasletlerden arınmaya ve bunların yerine güzel ahlâkî meziyetlerle donanmaya bağlıdır.

Tasavvufta nefis ile mücâhedede başarılı olmak için tarikatın ortaya koyduğu prensiplere uymak ve şeyhin rehberliğinde seyr u sülûkta bulunmak şart koşulur. Mücâhede vuslata ulaşmadan önce seyr u sülûk sırasında yapılır. Bu nefis mücadelesinin asıl hedefi, şirkin her çeşidinden kurtulmak ve Hak Teâlâ’yı çokça zikrederek rızasına nail olmaktır.

İnsanın en büyük düşmanının nefsi olduğunu söyleyen sûfîler, onu dizginlemek için bireyin sürekli onunla mücahede halinde olması gerektiğine inanırlar. Bu düşman beden içinde gizlendiğinden onu kontrol altında tutmak için bedene sürekli eziyet etmek ve yıpratmak gerekir. Nefis, görünürdeki en kuvvetli düşmandan daha tehlikeli görüldüğünden ona karşı yapılan mücahedenin düşmanla yapılan silahlı savaştan daha korkunç olduğu var sayılır. Oysa düşman ordusuyla yapılan savaşın en faziletli cihat olduğu ve başka amellerin ona denk gelemeyeceğine işaret eden nakiller çoktur.

Tasavvuf geleneğinde nefsin hevâsı ile mücâhedede zafere ulaşmak için tarikatın kurallarına uymak ve şeyhin rehberliğinde seyr u sülûkta bulunmak şart koşulur. Mücâhede vuslata ermeden önce seyr u sülûk sırasında yapılır.

Seyr u sülûkta şirkin her çeşidinden kurtulmak adına Hak Teâlâ’yı çokça zikretmek ve rızasına nail olmak amaçlanır. (Hasan Bulut, Tasavvufî Bir Bakış Açısıyla Nefis, Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt:11 Sayı:1, Bahar,  2020, 165-188.)

20. Meşâyih dunyede boldur velî “şeyhü'ş-şüyûh” oldur

      O gösterdügi Hak yoldur ki fark-ı hayr u şer kıldı

(Dünyada insanları irşad eden şeyhler çok sayıda vardır. Ancak bunların içinde bu devirde şeyhlerin reisi olan şeyhü’ş-şüyûh denilen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleridir. Onun gösterdiği hak yolda irşadıyla insanlar hayır ve şerri ayırır, doğru ve yanlışı fark edip irşatla sırat-ı müstakim üzere yürürler.)

Anadolu’ya kutupluğu getirdiği bilenen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri için Osmanlıca bir belge: “Sivas vilayeti dahilinde Darende’de vaki’ kendi zaviyesinde defin-i hak-ı ıtırnak olan ve Tarik-i Halvetiyye ricalinden bulunan sahih’un-neseb sadat-ı kiramdan ve e’izze-i fihamdan Kutb’ul-Arifin Gavsü’l-vasılin Umdetü’l-Kâmilin Es-Seyyid eş-Şeyh eI-hac Hamid-i Veli -Kuddise sırruhu’l-celi Efendimiz Hazretleri’nin kasaba-i mezkurada bulunan Cami’-i Şerîf ve Tekye-i Latife uğrunda kadimen cereyan etmekte bulunan…” diye devam etmektedir.

Şeyh (çoğulu şuyûh, meşâyih), halk arasında bilgisi ve tecrübesi çok olanlar için de kullanılan, yaşta olgunluğu belirten bir ifadedir Tasavvufî bir ıstılah olarak ise pîr ve mürşidle eş anlamlı olarak, şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerinde başkalarını, nefsin afetlerinden, hastalıklarından, ilmiyle kemâle ulaştıracak olgunluktaki kâmil kişiye denir. Şeyhlerin reisine ise şeyhü’ş-şüyûh denilmektedir.

Şeyh Efendi, nefsin hastalıklarını, ilaçlarını bilir ve müsait olan nefsi hidayete ulaştırır. Buna göre şeyh, mürîdlerin kalbine tasavvuf yolunu telkin eden, Kur’an ve Sünnetin emirlerine riayet eden, zâhir ve bâtın ilimlerinde ehil, dünya meyli olmayan bir kişi olarak tebarüz eder.

İlk dönemlerde, bir tarikat önderi olarak değil, daha çok tasavvufun büyüklerini kastetmek için de kullanılmıştır.

Eşrefiyye kolunun kurucusu olan Eşrefoğlu Rûmî’nin bu konudaki ikazları önemlidir. O’na göre, sâlike mürşid-i kâmil gerekir ve şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Çünkü Hz. Peygamberin çizdiği hattın dışına sâliki çıkaracak ne varsa o şeytan işidir. O, bundan kurtuluşu ancak kâmil mürşide bağlanmakta görüp bunun sebeplerini izah ederken aynı zamanda “Zira zaman azdı ve karındaşların dahi hâlleri döndü…. danişmentler şeyhlik tarikin tutup, müdârâ ile halkın dünyalıkların ellerinden suhuletle alır oldular… Dilerler kendileri halk arasında söylene. Diyeler, filân şeyh asrımızın bî-nazîr ferîdidir, ehl-i tasavvuf zannedeler.” diyerek dönemindeki bozulmayı da veciz bir şekilde eleştirir. 

Serrâc, eğitici konumundaki şeyhin misyonunu bu işi öğrenmek isteyen açısından tayin etmiştir. Dinin, zâhir ve bâtınıyla ilgili, usûl, furû, hakâik, hukuk gibi konularda müşkülü olanın ya muhaddise ya fakîhe ya da sûfîlere başvurması gerekir. Çünkü bu ilimlerin her birinin kendine ait hâl ve hakikati, şeklî esasları, mana açısından da kendine ait terimleri vardır. Şeyh, tıpkı bir fakih ya da muhaddis gibi, başvuru merciidir, başvurunun bizzat sebep ve kaynağı olarak kabul edilmemiştir. Buna göre şeyh, şeriatin zâhirine aykırı davranmayan, ibadetlerini aksatmayan, manevî ilimleri tahsil etmiş (yani tasavvuf yolunu erbabından öğrenmiş), bu işi mürîdleri yanlış yollara gitmekten alıkoymak ve onların maneviyatını güçlendirmek için yapan kişidir. İtaat edilecek olan bu kişidir ve itaat, kişi üzerinden kurgulanmaz. Aksine, itaat ilkeler üzerinden kurgulanır ve şeyh için uygun görülen itaat, manevi bir gücün bir kişide toplanması ve her şeyin bu kişide anlam kazanması olarak algılanmaz. Aksine maksadın husûle gelmesine yönelik bir itaat tavsiye edilir. Bahâeddin Nakşibend şöyle demiştir: “Biz sevgiliye eriştirmeye vasıtayız. Yola düşenlere demek isteriz ki, sonunda bizden kesilip sevgiliye ulaşsınlar.” (Mehmet Uyar, Şeyh Kavramına Yönelik Eleştiriler Üzerine Bir Değerlendirme, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017, Sayı: 43, ss. 325-353.)