Kemal Ümmî’nin Şeyh Hamid-i Veli hazretlerine yazdığı mersiyesinin 26.-30. beyitlerini yazımızın bu bölümünde açıklamaya gayret göstereceğiz:
26. Çû dört erkân u biş hissi kodı ol hilm û ‘ilm ıssı
Dürişdi ‘aklına nefsi zebûn ol şîr-i ner kıldı
(Varlık âlemiyle ilgili dört unsuru (hava-su-ateş-toprak) anasır-ı erbaayı, beş duyuyu bıraktı. Güzel ahlak sahibi ve ilim ehli olarak akılla erkek aslana benzeyen nefsini yendi.)
Anâsır-ı erbaa “dört unsur” demek olup klasik felsefede toprak, su, hava ve ateşten ibarettir. İslâm kaynaklarında anâsır-ı erbaa yerine ustukussât-ı erbaa, erkân-ı erbaa, tabâi‘-i erbaa, mevâdd-i erbaa, ümmehât-i erbaa, ümmehât-i süfliyye, usûl, mebâdî ve kavâbis gibi daha başka terimler de kullanılmıştır. Bu terimler pek çok âlim ve düşünür tarafından eş anlamlı sayılmışsa da aralarında bazı küçük farklar bulunmaktadır. Şöyle ki, bir birleşiğin içinde onun bir parçası olarak yer alan şeye rükn (çoğulu erkân), birleşiğin çözülmesi sonucunda ortaya çıkan şeye ustukus (çoğulu ustukussât), birleşiği meydana getiren maddeye asıl (çoğulu usûl), yeni bir madde teşkil etmek üzere eski şeklini bırakıp bozulan şeye de unsur (çoğulu anâsır) denir.
Tasavvufî düşünceyi felsefî boyutlara kavuşturarak İslâm düşüncesinde büyük değişiklikler meydana getiren İbnü’l-Arabî, unsurların feleklerin hareketi sonunda ortaya çıktığını belirterek Allah’nın dört unsuru dört günde yarattığını, bunların içerisinde ateşin en üst mertebede bulunduğunu, fakat Hz. Âdem’in çamurunda yer alan suyun hepsinden daha etkili olduğunu söyler ve unsurlara kendi özelliklerini verenin Allah olduğunu belirtir. İbnü’l-Arabî ile paralel fikirler taşıyan İbn Seb‘în ise dört unsurdan söz ederken bunların keyfiyetleriyle fiilleri arasında denklik bulunduğunu, parlak olan ateşin cisimleri kendi tabiatına çevirdiğini, şeffaf ve latîf olan havanın sûretleri kolayca benimseyip bıraktığını, suyun da aynı özellikleri taşıdığını, toprağın ise yoğun bir cisim olduğunu belirtir. Kelâmî ve tasavvufî muhtevası içerisinde divan edebiyatında bir mazmun olarak kullanılan anâsır-ı erbaa, yüzyılımızın başına kadar yazılan İslâm düşüncesine dair eserlerde sık sık görülmeye devam eder. ( H. Bekir Karlığa, TDV İslâm Ansiklopedisi “Anâsır-ı Erbaa” maddesi, İstanbul 1991, Cilt: 3. s.149-151.)
Vücudumuzda birçok farklı görev üstlenen beş farklı duyu organımız vardır.
Beş duyuya gelince;
Göz, görme organımızdır.
Kulak, işitme organımızdır.
Burun, koku alma organımızdır.
Dil, tat alma organımızdır.
Deri, dokunma organımızdır. Bunlar varlıkla ilgili alanlardır. Varlıkla ilgili alanları bırakıp ilim ve yumuşak davranmak gibi güzel hasletleri insanın kazanması lazımdır. İşte Kemal Ümmî diyor ki; “Şeyh Hamid-i Veli hazretleri varlıkla ilgili dört unsuru ve beş duyu organını bırakıp, irfanla hareket etti. Bir erkek aslan gibi olan nefsini kalp/aklı ile yendi.
Akıl, insandaki idrak kabiliyetine verilen addır. Bazı dilciler hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmeye yarayan nur, rabbânî latîfe, kalp anlamlarına geldiğini belirtirler. Ayrıca Allah’a ibadete ve cennete girmeye vasıta olan düşünce, kulluk yapmaya alet olan fikir, ibadetin yolunu gösteren ışık anlamlarına geldiği de belirtilir. Mutasavvıflar, genellikle akıl yerine kalb kelimesini kullanırlar. Bir ruhta şehvet galip gelince nefis; ruh, haram olan şehveti yenince akıl; ruh, iman özelliklerine sahip olunca da kalb adını alır. Nefis, ruh, akıl gibi kuvvetlerin bazısı diğer bazısını egemenliği altına alır. İnsan bunların toplamı olan tek bir varlıktır. Bunların ayrı olarak bulunmaları düşünülemez. Akıl, insanı Yüce Allah’ın hoşnut olacağı şeylere, nefis ise kişiyi heva ve heveslere, sapıklığa çağırır. Sûfilere göre kul için sürekli olarak biri akıldan, diğeri de nefsin hevâsından gelen iki çeşit çağrı vardır. Aklın çağrısına uyan imana ve tevhide ulaşır. Nefsin heva ve heveslerinin davetine uyan kimse de sapıklığa ve küfre düşer. (Yılmaz, Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 306.)
27. Şu sözün sırını anla anun ahvâlini tanla
Kim ol her akşâmı tanla kamu şâmı seher kıldı
(Şu sözlerin içindeki sırları anla, onu hallerinin şaşılacak derecede olduğunu bil. O her akşamı sabahla birleştirdi, tan yeri ağarıncaya kadar geceyi ibadetle geçirdi.)
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler gece kavramına çok manalar yüklemiştir, gecelerin değerlendirilmesini teşvik ve tavsiye etmiştir, Yüce Allah ‘ve’l-leyli’ diyerek geceye yemin etmiştir. Geceler, uyanıp ibadet edilmesi gereken kıymetli vakitlerdir. Bu vakitlerde, namaz kılmak, secdeye kapanmak, tesbihatta bulunmak, dua ve tefekkür etmek, gece yarıları uykuyu terk edip, yaratan Rabbine yalvarıp, yakarmak, niyazda bulunmak; özellikle teheccüd namazı kılmak, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin teşviki ve tavsiyesi arasındadır. Aynı zamanda muttakilerin vasıflarından bazıları olarak tarif edilmiştir. Geceler duaların kabul edildiği icabet saatleridir. Dualarının kabul olmasını isteyen mümin, uykunun en tatlı yerinde, uykuyu yarıda bırakıp kalkmak ve abdest almak, namaz kılmak, sonra da tövbe istiğfarda bulunup dua etmek suretiyle Rabbine yönelir. Bu husus Hz. Peygamber’in hadis-i şerifleri ile açıklanır:
“Yüce Rabbimiz her gece yakın semaya iner, gecenin son üçte biri kalıncaya kadar kalır ve ‘Kim bana dua ederse ona icabet ederim, kim benden bir şey isterse ona isteğini veririm, kim benden af ve bağış dilerse onu bağışlarım’ buyurur.”(Buhari, Deavât, 13.)
“Gecede bir an vardır ki, kişi ona rastlar da dünya ve ahiret için bir şey dilerse, şüphesiz Allah dileğini yerine getirir. Bu an, her gecede vardır.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 166.)
“Her geceyi Kadir, her geçeni Hızır bil.” atasözü de az önce zikredilen hadis-i şerifin açıklaması niteliğindedir.
Gece ibadetine devam edenleri Allah, azaptan korunanlar, cennet ehli olanlar, seherlerde istiğfar edenler, gece pek az uyuyup ibadet ve taata devam edenler olarak bildirmiştir. Hz. Peygamber de gece ehlini ümmetinin en şereflisi olarak ifade etmiştir ve müminlerin annelerinden Hz. Hafsa’yla ilgili Hz. Cebrail, Hz. Peygamber’in yanına gelerek; “Hafsa’yı yanında tut! Çünkü o gündüzleri çok oruç tutar, geceleri de çok ibadet eder.” buyurarak gece ibadetinin kıymetli oluşundan, devam edenlerin mükâfatlarından ve faziletlerinden bahsetmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber gece ibadeti ile ilgili olanları da şöyle sınıflamıştır: “Gecenin evvelinde bir münadi Arşın altından şöyle nida eder: Ey âbidler kalkın! Bunun üzerine âbidler kalkarlar, Allah’ın dilediği kadar namaz kılarlar. Sonra gecenin ortasında bir münâdi yine nidâ eder: Ey müttekiler uyanınız! Müttekiler uyanırlar ve seher vaktine kadar namaz kırlar (kılarlar). Seher olunca bir münâdi: Ey istiğfar edenler kalkınız! diye nidâ eder. Bunun üzerine müstağfirler kalkarlar ve tevbe istiğfar ederler. Fecir attıktan ve güneş doğduktan sonra bir münâdi de: ‘Haydi ey gafiller doğrulunuz!’ diye nida eder ve bunun üzerine o gafiller mezarlarından kalkan ölüler gibi yataklarından doğrulurlar.” ( Faruk Çolak, Tasavvufi Açıdan Gece İbadeti ve Kişinin Manevi Gelişimine Katkısı, Yozgat Bozok Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Yozgat 2019, s. 51-53.)
28.Hemîşe gündüzin sâyim olurdı giceler kâyim
Bu resmi tâ'atı dâyim müdâm ol girçek er kıldı
(Daima gündüzleri oruçlu takva üzere geçirmeye çalışır, geceleri kıyamda namaz kılarak ihya ederdi. Bu güzel adet üzere ibadetlere devamlılıkta gerçek er oldu.)
Oruç tutmak, müminlere Allah tarafından farz kılınmıştır. İnanç eylem ilişkisinin en somut örneği oruç ibadetinde görülmektedir. Bir kimse sadece Allah istediği için açlığa, susuzluğa katlanıyor ve cinsel arzularından uzak durabiliyorsa, bu onun iman gücüyle alakalıdır. Köklü bir inanç olmaksızın insanın böyle mahrumiyetlere katlanması oldukça zordur ve hatta imkânsızdır. Oruç ibadetinin temel hedefi insanları takvaya eriştirmektir. Bu bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız ve takvaya erişmeniz için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı .” (Bakara, 2/183–184.) şeklinde ifade edilmektedir. Oruç, Allah’ın emirlerine uymak ve ona yaklaşmak için insan tabiatının en çok arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçlardan uzak durmayı gerektirir. Bu durum takva ve itaatin en önemli göstergesidir. Oruç, ilahî değerlerin dışına çıkmama konusunda Müslümanın şiarıdır. Bütün bunlar takvanın ortaya çıkmasına zemin hazırlar.
Oruç insanlarda kulluk bilinci oluşturmada önemli görevler icra eder. Dışarıdan hiçbir baskı olmaksızın oruçlu kimsenin yegâne denetleyicisi imanıdır. Oruç dışındaki ibadetler az çok diğer insanlar tarafından görülür. Oysa oruç tutanın durumunu, sadece kendisi ve yüce Allah bilir. Oruç sayesinde insan kendini takvaya alıştırır ve böylece ruhsal yönden arınır, iradesi güçlenir, arzu ve ihtirasları frenlenmiş olur.
Oruç, insanı sorumluluğun bilincinde kılar. İnsan, varoluşun amacını sormak, aramak ve bilmekle kendine karşı sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Sorumluluk şuurunu kavrayan insan, diğer canlılara, eşyaya, tabiata, evrene ve nihayet yüce yaratıcısına karşı olan sorumluluklarını hisseder ve bunun gereklerini yerine getirir. Allah’a karşı sorumluluğun bilincine varmak, bir anlamda takvaya erişmektir. Çünkü “Allah katında en değerliniz en takva sahibi olanınızdır.” (Hucurât, 49/13.) buyurulmuştur. Bu nedenle Hz. Peygamber bir duasında “Allah’ım! Nefsime takvasını ver diyerek Rabbine yalvarmıştır.” Neticede oruç ibadeti bu bilinçle tutulursa, insanın Allah katında en değerli varlık olmasını sağlar. (Recep Demir, İslâmda Oruç, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 42, 2016, s. 1793-1794)
Geceleri kaim olmak deyince akla teheccüd namazı geliyor. Teheccüd namazı yatsı namazı ile fecre kadar geçen süre içinde uykudan uyanıp kılınan nafile bir ibadettir. Teheccüd namazı, gece bir miktar uyuduktan sonra kılınan, Hz. Peygamber’in hiç terk etmeden kılmaya devam ettiği ve biz ümmetine de kılınmasını tavsiye ettiği, en az iki en çok sekiz rekât olarak kıldığı namazdır. Teheccüd kelimesi, Kur’an’da yalnızca İsrâ suresinde geçer ve burada Allah şöyle buyurur: “Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırsın.”(İsrâ 17/79.)
Ayrıca gece ibadeti ile ilgili Müzzemmil Suresinin 6. ayetinde: “Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur’an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır.” şeklinde ifade buyrulmaktadır. Tefsirinde ise: “Hz. Peygamber’in geceleri kalkıp namaz kılmasının emredilmesinin de onun psikolojik olarak bu ağır göreve hazırlanmasına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. ‘Gece vakti’ diye tercüme ettiğimiz nâşie kelimesine müfessirler ‘gece vakitleri ve bu vakitlerde meydana gelen olay, gece kalkan kimse’ gibi anlamlar vermişlerdir. Âyette gece vaktinin sessizlik, tenhalık, karanlık, serinlik gibi özelliklerinden dolayı huzur ve sükûn içerisinde ibadetle meşgul olmak ve Kur’an okumak için gündüzden daha elverişli olduğu veya geceleyin kılınan namazın insanı mânen yücelttiğini işaret vardır. Kur’an’ı anlayacak ve üzerinde düşünecek şekilde okumaya daha müsait hale getireceği bildirilmektedir.” Yüce Allah, özellikle Hz. Peygamber’e, geceleri ibadetle meşgul olmasını tavsiye etmiş, geceleyin okunan Kur’an’ın kalbe daha sirayet ettiği ve akılda daha kalıcı olduğunu bildirmiştir. Bu durum, bir bakıma geceleyin gönlün daha berrak, zihnin daha aydınlık olduğunu ve gece ibadetinin, tilaveti ve gece zikrinin mümini gaflete götürecek yollardan uzak tutup, manevi ilerleyeme etkisinin olduğunu gösterir. (Faruk Çolak, a.g.e, s. 13-14.)
29.Helâlden kesb idüb yirdi kamu vakfa haram dirdi
Yimedi ağuyı yirdi ğıdasın çün şeker kıldı
(Kazancının helal olmasına dikkat eder, elinin emeğiyle çalışır kazanır ve helal yerdi. Vakıf malını yemenin haram olduğunu bilir ve vakıf malına zerre kadar dokunmazdı. Helal bünyeyi zehirleyecek haram şeyleri yemezdi onun için yedikleri hep şeker gibi helal tatlı olan şeylerdi.)
Takva sahipleri, Allah'a karşı büyük bir duyarlılık içinde bulundukları için Allah onlara iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıracak öyle bir anlayış ve nur verir ki, artık bu anlayış ve nurla yollarını şaşırmazlar. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takva sahibi olursanız, o size (furkan) iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir."(Enfal, 8/29 Bu ayette, dikkatli, saygıyla yani muttaki olarak yaşayanlar furkanla müjdelenmektedir. Furkan, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayıran anlamına geldiği gibi, zafer anlamına da gelir. Demek ki Müslümanlar, takva sahibi (saygılı, dikkatli, duyarlı) olurlarsa, Allah onlara doğru yolu ve zaferi gösterecektir. Bu da Allah'ın sınırlarını dikkate alarak helal yoldan yaşamakla elde edilir.
Haram ve helal konularında duyarlı olmak, fıtrat üzere yaşamak demektir. Fıtrat, insan tabiatının, duygularından, tutkularından, zihinsel, sosyal ve kültürel şartlandırmalardan etkilenmemiş ilk hâlidir. Her insanın, her hayvanın, her bitkinin, "fıtratının" kendilerine yüklediği "kendini gerçekleştirme" amacı vardır. Bu nedenle, her varlık kendi yaradılış amacına uygunluğa ulaşabilmek için çabalar. Etrafımıza baktığımızda, sadece insan değil, bitkiler ve hayvanların da kendi fıtratlarına göre yaşadığını görürüz. Her bitki kendini gerçekleştirdiği gibi her hayvan da kendini gerçekleştirmek ister ve başarır. Evrende, tüm yaratıklar, bedenleriyle, davranışlarıyla, sağlıklarıyla, gelişimleriyle tüm hayatları boyunca kendi gerçeklerini gerçekleştirir ve kendi hayatlarını yaşarlar. İnsan dışında tüm varlıklar, doğal ortamları içinde bulundukları sürece, kendilerini gerçekleştirmeyi başarırlar. İnsan da fıtratını bozmaz, helal sınırları içinde yaşarsa dünya ve ahiret mutluluğunu elde eder
Helalı bırakıp harama dalmak nankörlük ve isyandır. Bile bile haram işlemek, haramlarda ısrar etmek büyük günahtır. İşlenen haramdan bir an önce vazgeçilmeli, pişmanlık duyup tövbe edilmelidir. Allah'ın açıkça haram kıldığı bir şeyin helal; helal kıldığı bir şeyin de haram olduğunu söylemek, Allah korusun, insanı dinden çıkarır. Şüpheli şeylerden bile kaçınmamız gerekiyorsa bu konuda bilgili ve daha hassas olmamız gerekiyor.
Manevî alanda mesafe alan insanlar özellikle bu husustaki titizlikleri sebebiyle o noktalara gelmişlerdir. Helâl lokmaya dikkat başarıyı da beraberinde getirir. (Mehmet Zeki Aydın, Helal Haram Duyarlılığı, Somuncu Baba, Malatya Ekim 2010, sayı:120, ss.26-30.)
Allâh Teâlâ, kâinâtı ve içindekileri insanın emrine âmâde kılarak onu mes’ul tutmuştur. Evlâd, mal, mülk, sıhhat, hepsi bu muhtevâ içinde ona tevdi edilmiş emânetlerdir. İnsan bunları titizlikle korumak mecbûriyetindedir. Emânete gereği gibi riâyet edip onun üzerinde asıl sâhibi olan Allâh’ın rızâsı istikâmetinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet ve bereketi celbetmenin yegâne vesîlesidir. Osmanlı’da vakıf duyarlılığı o kadar zirveleşmişti ki, bunlar sadece insanları değil, hayvanları, hattâ bitkileri bile şümûlüne alan bir genişlik kazanmıştı. Hakîkaten Osmanlılarda yaralı kuşlara, hasta hayvanlara ve göç edememiş olan leyleklere bakmak için tedâvi merkezleri kurulmuş ve bunların masrafları bu maksatla kurulan vakıflarca karşılanmıştır. Büyükler vakıf malini korumaya çok dikkat göstermiştir. Osmanlı insanı vakıf malına karşı çok titiz davranır ve onun bir kuruşunun bile haksız yere üzerine geçmesini mideye cehennem ateşi doldurmakla eşdeğer olarak görür ve bundan şiddetle korkar ve kaçınırdı.
Halk arasında anlatılan ve Hz. Süleyman (Aleyhisselam) ile serçe kuşu arasında geçen bir hikâye, aslında bu ahlakla ahlaklanan Osmanlı halkının vakıf malı ve haram lokmaya karşı hassasiyetinin de bir ifadesidir:
Hikâye şöyle: Bir gün Hz. Süleyman ile serçe kuşu kendi aralarında konuşup sohbet ediyorlardı. Sohbet esnasında konu Hz Süleyman’ın muhteşem saltanatına gelince serçe kuşu Hz. Süleyman'a "Ey Süleyman! İstersem senin sarayını da, saltanatını da yıkabilirim!" der.
Bunun üzerine gülümseyen Hz. Süleyman "Ey kuş, senin sıkletin (ağırlığın) nedir ki benim sarayımı yıkacaksın!" diye sorunca kuş şöyle der:
"Gider gagamla vakıf malından bir parça alırım. Sonra da onu sarayının üstüne bırakırım. Ondan sonra seyret, o sarayın ve saltanatın nasıl parça parça olup yıkıldığını!"
Şeyh Hamid-i Veli hazretleri de vakıf malı ve haram yemedi her yediği şeker bal oldu diyor Kemal Ümmî hazretleri.
30.Kanı ol sâni‘ ü sâbir 'aziz ü şâkir ü zâkir
Zihî key assılu tacir ki her yükin güher kıldı
(Her yaptığı işinde sabır, izzet, şükür ve zikre dikkat eden o örnek şahıs nereye gitti. O öyle bir manevi alış veriş içindeydi ki hep yükünü mücevherle doldurdu. Manevi kazancı çok ve kıymetli oldu.)
Mutasavvıflarca tahammül edilmesi güç ve katlanılması zor olaylara karşı sabretme, bağlayıcı ve farz kabul edilmiş olup, şükür ile birlikte değerlendirildiğinde ise imanın diğer yarısı sayılmıştır. Bununla birlikte bu kavram, Kur`an-ı Kerim’de de takriben yüze yakın ayette zikredilmektedir. Sabır kelimesi, şükür kelimesi ile birlikte ise “Çok sabredenler ve çok şükredenler” olarak dört ayette geçer. Bu ayetlerde geçen sabır, bazen bizzat sözlük anlamında, bazen de farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Kul, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak için nefsini sabra zorlar. Sabrın farz ve fazilet olma yönlerinden kul, sabırlı bulunarak riyazet ve mücâhedesine devam etmek durumundadır. İnsanların çoğu bu nevi şeylere sabrettiği halde, kalpten mâlayanî şeyleri, vesvese ve havâtırları defederek gerçek bir murakabe ve kalbi kontrole sarılmak suretiyle Allah ile beraber olmaya sabretmede zorlanmakta ve hatta bunu yapamamaktadırlar. Bu sebepledir ki Cüneyd-i Bağdâdî: “Mümin için dünyadan ahirete gidiş hem kolay, hem basittir. Halkı terk ederek Allah’ın katında bulunmak (yani emir ve nehiylerine riayet etmek) ise çok güçtür. Nefsinden Allah Teâla’ya doğru gitmek daha çetin ve zor bir iştir. Fakat bundan daha zor olan, Allah (ve Onun emirleri) ile birlikte bulunurken gösterilen sabırdır” açıklamasını yaparak bu manada sabır, “Sızlanmadan nefsi Allah’la birlikte bulundurmaktır” tespitinde bulunmuştur. Dekkâk ise; “Sabredenler, iki cihanın izzetine ermişlerdir. Zira onlar Allah’ın beraberliğine kavuşmuşlardır. Cenab-ı Hak: “Allah sabredenlerle beraberdir” Bakara, 2/153) buyurmaktadır. Allah’ın beraber olduğu kimseler ise, elbette iki cihanın şerefine ererler.” der. Başka bir ayeti ise: “Sabırlılar dünya ve ahiret izzetine kavuşarak necata erdiler.”,( Tûr , 52/ 4.) buyurulmaktadır.
Ebû Abdullah İbn Cellâ, şükredilmesi gereken başka bir nimet grubunu şu şekilde ifade etmektedir: “Takva marifetin şükrü, tevazu izzetin şükrü, sabır musibetin şükrüdür.” Yani kişi marifet ehli olursa “Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar”sırrına mazhar olur ve takva üzere bulunur. Bu ise marifete karşılık bir şükürdür. Dininde samimi davranır ve onu gerektiği gibi yüceltirse, tevazu ahlakına sahip olmuş olur. Bu ise izzetin şükrüdür. Karşılaştığı musibetlere ilk anda sabır gösterir ve her şeyi Allah’tan bilerek bunları rıza ile karşılarsa, sabır ahlakına sahip olur. Bu ise musibetin şükrüdür denilebilir. (Yakup Yüksel, Tasavvufta Sabır ve Şükür Anlayışı, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2006, s.50-51.)
İnsan elest bezminde Allah’a söz vermiştir. Zikir, elest bezminde verilen sözü hatırlanmasıdır. Zira Allah, bir bütün olarak insanı hatırlamaya davet ederek özünü, aslını bilmeyi öğretiyor: “İnsan hatırlamıyor mu bundan önce onu yarattığımız zaman? Ve o vakit o hiçbir şey değildi.” (Zâriyât, 51/55). Bu ilâhî hatırlatmanın mesajı, insanın misak anını hatırlamaya bir davettir. Yani zikir insanı “şey” olmadan önceki haline götürmeye, yani onu madde tarafından kirlenmeden önceki “berrak” benliğine ulaştırmaya gayret etmektedir. İnsana aslında hiçbir şey olmadığı ânı hatırlatarak, Allah’ı daima anışla “bir şey” olmaya davet etmektedir. Çünkü bir ego sahibi olarak insanın içinde sonsuz imkânlar gizlidir. Güç ve kuvvet ve tüm güzellikler Allah’tandır, Allah iledir. İnsanın özündeki bu imkânların en derininde dahi olanları en saf halleri ile salih ameller üzere kullanması ancak Allah’ı anmakla mümkün olacaktır. İnsanın kendini tanıması ve tamamlayabilmesi ancak Allah’ı zikretmesi ve onunla manevi ilişki kurması ile olacaktır.
Bazı sûfîler, “Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz”(A’râf, 7/69) ayetinin hem fikir hem zikir içerdiğini vurgulamışlardır. Onlara göre, kişi bu âyetin manasının içeriğini tefekkür etmekle zikir ibadetini yerine getirmiş olur. Allah’ın nimetini hatırlama eylemi ise, ikinci aşamada fikre dönüşür. Fikir her ne kadar havf ve recâ dairesine girerse de keyfiyet bakımından daha da kuvvetlenerek müşahedeye dönüşür. Bazı sûfîler, zikri fikirden üstün kabul ederler. Zira onlara göre Allah, zikirle sıfatlandırılabilir ama fikirle sıfatlandırılamaz. Anlaşıldığı gibi, bazı sûfîler, zikri sadece belli kelimeleri tekrarlama olarak görmemektedir. Zikirde asıl olan, keyfiyetli zikir olan müşahedeye ulaşmaktır. Onun için hakikî zikir, zikir esnasında Allah’tan başkasını unutmaktır. (Ali Tenik-Vahit Göktaş, Tasavvufi Düşüncede Zikir ve Zikrin Benlik İnşâsına Etkisi, Toplum Bilimleri Dergisi, Ocak-Haziran, 8 (15) : 263-286, s. 265-266)