Kur’an-ı Kerim’de, Ramazan orucunun farz kılınmasıyla ilgili bir âyette oruç ile takva arasında bir ilişki kurulmuştur.[1] Arapça’da “takvâ”, “vikâye” masdarından türemiş olup; korumak, muhafaza etmek, tedbir, önlem, tehlikeyi savma, engelleme gibi anlamlara gelir. Aynı kökten gelen ittikâ ise, korunmak demektir. Din dilinde takvâ ise, nefsi korkulan şeyden korunmaya almak, nefsi, günahkâr kılan şeylerden, yani, ahiret hayatında zarar verecek kötü davranışlardan korumaktır. Bu da yasakları terk etmekle tamamlanır.[2] Müminin sıfatı olan ve Kur’an’ın ana kavramları arasında yer alan takva, İslam öncesi Arap toplumunda anlam bakımından canlı bir varlığın dışarıdan gelecek bir kuvvete karşı kendisini korumasını ifade ederdi.[3] Kur’an-ı Kerim nâzil olunca, takvâ kelimesinin anlam alanında bir değişim yaşandı. Cahiliye döneminde sadece maddi tehlikeden korunma anlamına gelen takvâ sözcüğü, İslam sisteminde günahlardan korunma manasını kazandı. Bu anlamda takva, şirkin her türlüsünden uzaklaşmak[4], İslam’a girdikten sonra günahların her çeşidinden azami derecede sakınmak[5], kalbi, Allah’ı anmaktan alıkoyacak her türlü meşguliyetten arındırmaktır.[6] Bir başka ifade biçimiyle takvâ, Allah’ı görüyormuşçasına bir duyarlığa sahip olmaktır. Görüldüğü gibi takvanın temel anlamı olan korunma ile; men etmek, engel olmak anlamına gelen savm kelimesinin anlamı alanında bir müştereklik göze çarpmaktadır. İşte oruç tutmaktan en büyük amaç da hayatın her alanında Allah’ın bizi denetlediği bilincini diri tutarak, hayatımızı, yaptıklarımızdan hesap vereceğimiz bir inanç sistemi üzerine inşa etmektir. Bu bakımdan “oruç ile takva “ arasında çok yakın bir ilişki vardır.
Nitekim ünlü İslam düşünürü Gazâlî (ö. 505/1111), nitelik bakımından oruç tutanları üç bölüme ayırır: Bunlar; avamın orucu, havassın orucu ve hassü’l-havasın orucudur. Gazâlî’ye göre, avamın orucu, sadece mide ve nefsanî istekleri koruyanların; havassın orucu, nefsi, yeme-içme ve nefsanî isteklerden koruma ile birlikte, göz, kulak, dil, el ve ayak gibi organları haram olan şeyleri işlemekten korumak; hassü’l-havassın orucu ise, sadece, yukarıda sayılanlara değil, insanın gönlünü Allah’ı ve âhirette hesap vermeği unutturacak her türlü düşünceden de alıkoymak olarak tanımlamaktadır.[7] İşte Gazali’nin bu tasnifine göre oruç tutmada üçüncü mertebeye sahip olanlar başta peygamberler, sâdıklar, şehitler ve Salihlerdir. Bizlerde bunlara benzemeye çalışmalıyız. Bu mertebede söz konusu edilen gerçek ve mükemmel manada oruç, insanın sadece maddî organlarına değil, gönlüne de tutturmak manasına gelir.İdeal anlamda böyle bir orucu nasıl gerçekleştireceğiz ya da oruç tutan bir Müslüman nelerden sakınmalıdır?
Oruç tutan bir Müslüman dilini, yalan sözden, yalan yere şahitlik yapmaktan, gıybet ve dedikodu çıkarmaktan korumalıdır. Yoksa aç ve susuz durmaktan başka bir kazancımız olmaz. Yine Yüce Allah’a iman ederek ve sevabını Yüce Allah’tan bekleyerek oruç tutmak gerekir. Aynı zamanda ramazan ayı iyilik ayı olduğu için kasalar sonuna kadar açılmalıdır. Çünkü oruç, insana daha fazla iyilikte bulunma alışkanlığı kazandırır. İnsan kendisi oruçlu iken, açların, kısaca ihtiyaç sahiplerinin halini daha iyi anlama imkânı elde eder. Hz. Peygamber her zaman olduğu gibi oruçlu olduğu günlerde de ihtiyaç sahiplerini daha çok görür, gözetirdi. Kendisine bir ihtiyaç bildiren kimseyi asla geri çevirmezdi. Bizler de gerçek manada oruçla ahlakı buluşturabilirsek gerçek anlamda orucun sırrına ermiş oluruz.
[1] 2/Bakara 183.
[2] İsfehânî, el-Müfredât, s. 833–834.
[3] İzutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, (çev. S. Ateş), Ankara, 1975, 223.
[4] 48 el-Fetih 26.
[5] 7 A’râf 96.
[6] 3 Âl-i İmrân 102.
[7] Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (çev. A. Serdaroğlu), İstanbul, 1975, I, 659.