Prof. Dr. Kadir Özköse


İlimle İrfanı Birleştiren Bir Mânâ Eri


İlimle irfanın bir bütün olarak idrak edilmesi hakikat erlerinin temel vasfıdır. Bu hassasiyet ümmetin ilk nesillerinden beri hassasiyetle yürütülmektedir. Eşyanın maddesi kadar manasınıa da erebilme idrakine koyulan en önemli zümre ise sûfîler olmuştur. İlk dönem sûfîlerinden Süfyân-ı Sevrî (ö.161/777) de zü’l-cenahayn, yani çift yönlü âlim kimliklerinden biridir. O bir yönüyle zahirî ilimlerde zirve olurken, bir yönüyle de batın ilminde üstat konumuna gelmiştir. Günümüz İslam dünyasında en çok ihtiyaç hissettiğimiz böylesi çok yönlü âlimlere örnek olması bakımından bu yazımızda Süfyân-ı Sevrî’yi tanıtmak istiyorum.

Süfyan-ı Sevrî’nin yetiştiği dönemde memleketi Kûfe, İslâmî ilimlerin önemli merkezlerinden biriydi. Babasının ilim ehlinden olması, Süfyân’ın ilim yoluna girmesini kolaylaştırdı. Kendisi ilme nasıl ve hangi niyetle başladığını bizlere şu şekilde aktarmaktadır: “Kalbimde herhangi bir niyet taşımadığım halde âdet kabilinden ilme başladım. Fakat sonra Cenab-ı Hakk bana ilimle rızâ-i Bârî’yi kazanma azim ve niyeti lütfetti.”[1]

Bir sûfî olmakla birlikte öncelikle zahirî ilimlerde kemal kesbetmiş bir isimdi. Özellikle hadis ilminde “Emiru’l-müminîn” sıfatına hak kazanacak bir seviyeye ulaştı. Kuvvetli hafızası sayesinde hadisleri yazarak değil, ezberden naklederdi. Asrındaki müfessirlerin büyüklerindendi. Kur’an ilimlerine dair geniş bilgi sâhibiydi. Günümüze kadar ulaşabilmiş bir tefsiri vardır.[2]

Çağının büyük müfessirlerinden olan Süfyân-ı Sevrî, Kur'ân ilimlerine ileri düzeyde vakıftı. Onun; “Bana ibadetten ve Kur'an'dan sorun, çünkü ben bu ikisini iyi bilirim” hatırlatması oldukça meşhurdur. Tefsirde rivayet yolunu seçen Süfyân-ı Sevrî, Kur'ân’ın tamamını değil, müşkil âyetleri tefsir etmiştir. Ona göre Kur'an tefsiri dörde ayrılır: Bir tefsir var ki onu Araplar bilir. Bir tefsir var ki onu herkesin bilmesi gerekir. Bir tefsir var ki onu ancak bilginler bilir. Bir tefsir de var ki onu Allah'tan başkası bilmez. Ona göre kim bildiğini iddia ederse o, yalan söylemiş olur.

Sevrî, Kur'ân'ı harf harf ve âyet ayet tefsir edenleri beğenmez. Buna cesaret edenlere şaşar. Ona göre tefsir ilmi dört kişiden alınmalıdır: Said İbn Cübeyr, Mücâhid, İkrime ve Dahhak. Süfyan, tefsirini Dahhak'ten nakleder. Kendisinden de Ebu Huzeyfe Musa İbn Mes'ud rivayet etmiştir. Bu tefsirin yarım bir nüshasını İmtiyaz Ali Arşi, Rampur'da bulmuş ve bunun Süfyan'a ait tefsirin bir cüz'ü olduğunu ispat eden bir önsözle beraber yayınlamıştır. Bu nüshada Bakara,  Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf, Enfâl, Berâ'e, Yunus, Hud, Yusuf, Rad, İbrahim, Nahl, Isrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Hacc, Mu'minün, Nûr, Ankebût, Rûm, Lokman, Secde, Ahzâb, Sebe', Melâ'ike, Yasin, Sâffat, Sâd, Zümer, Mü'min, Secde, Şûrâ, Zuhruf, Casiye Ahkâf, Fetih, Hucurât, Kaf, Zâriyât ve Tûr sureleri tefsir edilmiştir. Bu surelerin de tamamı değil, bazı âyetleri kısa kısa tefsir edilmiştir. İlk tasavvuf çağının karakteri olan birr ve takva yönü tefsirde göze çarpmaktadır.[3]

“İhsan edin. Allah ihsan edenleri sever"[4] âyetinde Süfyan-ı Sevrî, “Bazı şeyhlerimiz, Allah'a güzel zan besleyin diye tefsir etmişlerdir" demektedir.[5]

“Ey inananlar, Allah'tan gereği gibi korkun"[6] âyetini Süfyan-ı Sevrî, "Gereği gibi korkmak, itaat edilip isyan edilmemek, şükredilip nankörlük edilmemek, zikredilip unutulmamak" şeklinde tefsir etmiştir.[7]

 “Onlar ki altun ve gümüşü yığarlar, onu Allah yolunda harcamazlar. İşte onları acı bir azap ile müjdele."[8] âyeti indiği zaman bu, muhacirlere güç gelmişti diyen Süfyân-ı Sevrî, muhacirlerin "Ne edinelim?" dediklerinde, Hz. Ömer; "Ben size sorayım, ne edinelim?" Ve Hz. Peygamber'e sordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Zikreden bir dile, şükreden bir kalbe ve dininizin emirlerini yerine getirmekte size yardımcı olan salih bir kadına sahip olun."[9]

Süfyân-ı Sevrî hadis ilmi kadar fıkıh ilminde de içtihat ve rey sahibi bir âlimdi. Hicrî beşinci asra kadar fıkhî görüşü ve fetvalarıyla amel edilmiş, fıkhına tabi olanlara Sevrî adı verilmiştir. Nitekim Hamdun el-Kassâr (ö. 271/884) ve Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) onun fıkhıyla amel eden ünlü sûfilerdir.[10]

Hayatının büyük bir kısmı memleketi Kûfe’de geçti. Abbasî halifesi Ebû Ca’fer zamanında kadı tayin edilmek istendi. Teklif edilen görevi kabul etmeyerek, Mekke’ye hicret etti. Vefatına yakın Basra’ya göçtü ve orada vefat etti (161/777).[11]

Kaynaklar Sufyan-ı Sevri'nin fakirlere göz kulak olduğunu, toplumun fakir kitlelerinin ihtiyacını gidermek için çırpındığını, fakirlik probleminin çözümü için çabalar sarf ettiğini söylemektedir.

Halkla içli dışlı bir yaşam süren Süfyân-ı Sevrî toplumun her kesimine özellikle ibadetlerini titiz bir şekilde yerine getirmeyi teşvik eder, insanlardan ahiretleri için hazırlık yapmalarını isterdi. O dindarlığın takva ve verâ düzeyinde gerçekleştirilmesini ister ve verâ’ın da kişinin nefsini cezbeden ve nefsini okşayan şeyleri bırakması olduğu hatırlatmasında bulunurdu.[12]

Ölümü çok düşünmeyi, istiğfarı, güzel ahlâkı ve edebe uygun hareketi teşvik ederdi. Kendisine verilen hiçbir şeyi almazdı. Onun meclisinde fukara itibar ve izzet görürdü. Süfyân-ı Sevrî ilimle irfanı birleştirmiş bir mânâ eriydi.

Geçimini ticaretle sağlardı. İmam Malik, Şube, Yahya bin Said el-Kattan, Abdullah bin Mübarek onun talebelerindendi. Öğretimden önce eğitime vurgu yapar, bilgiye edebin eşlik etmesini şart koşardı. Bu konuda şöyle buyurmuştur: İlim ve hadis öğrenmek isteyen önce edep öğrensin. Bu edeple yirmi yıl amel etsin ki, ilim tahsiline layık olsun. Âlimler bozulunca onları kim düzeltecek. Onların bozulmalarının sebebi de gönüllerinin dünyaya meylidir. [13]

Süfyân-ı Sevrî’ye, Peygamber Efendimizin; “Allah eti çok olan aileye buğz eder”[14] hadisi sorulmuş, o da; “Maksat halkı gıybet ederek etlerini yiyenlerdir” diye cevap vermiştir.[15]

Süfyân-ı Sevrî’ye göre, insanların en değerlisi zâhid olan âlim, fakih olan sûfî, tevazu ehli zengin, hâline şükreden fakir ve Peygamber Efendimizin neslinden gelen şerif kimselerdir.[16]

Süfyân-ı Sevrî’ye göre, sevgiliyi anıp hatırlayamamak âşık için en büyük cezadır. Dolayısıyla Allah’ı düşünmemek, O’nun adını anmamak inanan kişi için büyük bir ayıptır.[17]

Süfyân-ı Sevrî’ye göre para, mal, mülk kişinin dindar ve zahid olmasına mani değildir, dünyalığı bulunmayan zahid sayılmaz. Mal insanın silahı gibidir. Yani insan canını, sıhhatini, dinini ve şerefini mal ile korur. Süfyân-ı Sevrî’ye göre dünyadaki gerçek zühd, emeli kısaltmaktır. Yeme içmeden kesilmek, aba giyinmekle zühd elde edilmez.[18].

Ölümü hatırladığında kendinden geçerdi. Kime rastlasa; “Ölüm gelmeden önce ona hazırlan!” derdi. [19]

Hastalandığında tahlillerini kontrol eden doktoru mânevî hâlinin fizyolojisine tesir ettiğini beyan sadedinde, “Korku hâli adeta hastanın ciğerlerini parçalamış” değerlendirmesinde bulunmuştur.[20] Öyle ki vefat ettikten sonra dostları Süfyân-ı Sevrî’yi rüyalarında son derece mesut, cennet bahçelerinde hoşnut bir halde görürler. Kendisinden “ne ile bu dereceye vardın?” diye sorulduğunda o, verâ duygusu ile böylesi nimetlere mazhar olduğunu belirtmiştir.[21]

 

[1] Hasan Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1991, s.50.

[2] Yılmaz, Gönül Erleri, s. 51.

[3] Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998, s. 58.

[4] Bakara, 2/196.

[5] Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s. 59.

[6] Âl-i İmrân, 3/138.

[7] Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s. 59.

[8] Tevbe, 9/34.

[9] Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s. 60.

[10] Yılmaz, Gönül Erleri, s. 51.

[11] Yılmaz, Gönül Erleri, s. 51.

[12] Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik & Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 111.

[13] Yılmaz, Gönül Erleri, s. 51.

[14] İsmail b. Muhammed Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351, c. I, s. 248.

[15] Kuşeyrî, er-Risâle, s.158.

[16] Kuşeyrî, er-Risâle, s.148.

[17] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 225.

[18] Kuşeyrî, er-Risâle, s.109-115.

[19] Yılmaz, Gönül Erleri, s. 52.

[20] Kuşeyrî, er-Risâle, s.131.

[21] Kuşeyrî, er-Risâle, s.114.