Musa Tektaş


DARENDELİ ÂŞIK BEYANÎ’NİN ŞEYH HAMİD-İ VELİ ŞİİRİ

DARENDELİ ÂŞIK BEYANÎ’NİN ŞEYH HAMİD-İ VELİ ŞİİRİ


Darende, inançları, töreleri ve gelenekleriyle zengin bir kültürel mirasa sahip olan bir yerdir ve bu yönüyle bir iman kalesi olarak kabul edilmektedir. Darendeliler, köylerinden kasabalarına ve ilçe merkezine kadar her alanda geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalarak hayatlarını, ticaretlerini ve sanatlarını saygın bir biçimde sürdürmektedirler. Bu bağlılık, Darende'nin büyük bir potansiyele sahip olduğunu ve halkının geleneksel değerlere olan bağlılığını ortaya koymaktadır. Darende'nin “iman kalesi” olarak adlandırılmasının nedeni, bu bölgenin manevi önderleri olan “Taceddin-i Veli” ve “Şeyh Hamid-i Veli” gibi büyük şahsiyetlerin manevi etkisi altında bulunmasından kaynaklanır. Bu manevi güç, Darendelilere başarı ve güç kazandırmış, onların çeşitli alanlarda üstün performans göstermelerine katkı sağlamıştır.

Darende, sadece manevi değil, aynı zamanda kültürel alanda da başarılı bir geçmişe sahiptir. Özellikle şiir alanında, ülke çapında tanınan önemli bir isim olan mutasavvıf divan şairi Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bu bölgenin yetiştirdiği en mümtaz şahsiyettir. Şiire verdiği önem ve şairlere gösterdiği destek, Darende'de birçok yetenekli âşık ve şairin yetişmesine zemin hazırlamıştır. Bu başarılar, Darende'nin kültürel ve manevi zenginliğini gözler önüne sermektedir.

Âşık Beyanî, Darende'nin Irmaklı köyünden olup, ünlü mutasavvıf divan şairi Osman Hulûsi Efendi (k.s.)'nin asker arkadaşı olan; Mustafa Güleç'in oğludur. 1938 doğumlu olan Beyanî'nin gerçek adı Hacı İbrahim Güleç'tir, ancak bazı makalelerde ve şiirlerinde sehven Halil İbrahim Güleç olarak da geçmiştir. İlkokul mezunu olan Beyanî, evli ve beş çocuk babasıdır.

Beyanî, hem âşıklık sanatını hem de çiftçiliği babadan devralmış ve her iki meslekle de ilgilenmiştir. Şiirlerinde genellikle milli konular, destanlar ve memleketinin güzellikleri üzerine odaklanmış; bu nedenle, Darende’nin kültür elçisi olarak kabul edilmiştir. 

Askerlik görevinden sonra bir süre köyde kalan Beyanî, elinin emeğiyle ekmek kazanmak için memleketinden ayrılarak İstanbul’a gitmiştir. 1969 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde çalışmaya başlamış ve bu dönemde edebi bilgi ve tecrübe kazanmıştır. Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Prof. Dr. Faruk Timurtaş gibi otoriter isimlerle şiir üzerine görüşmeler yaparak kendini geliştirmiştir. Beyanî, ülke genelinde birçok yarışmaya ve âşıklar şenliğine katılmıştır. Konya Âşıklar Bayramı'nda birincilik, Kültür Bakanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından düzenlenen destan yarışmalarında üçüncülük gibi çeşitli ödüller kazanmıştır. Ayrıca, Ankara Halk Ozanları Derneği ve Ankara Valiliği'nin yarışmalarında da birincilik elde etmiştir.

Kültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında “Beyan Ettiklerim” adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. Beyanî, Darende'yi ve memleketini kendi gözünden anlatan şiirler yazmış, Somuncu Baba ve Hulusi Efendi'ye olan bağlılığını da şiirlerinde dile getirmiştir. 1991 yılından itibaren Darende'deki Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından düzenlenen etkinliklerde yazdığı şiirleri okumuştur. 24 Haziran 2000 tarihinde düzenlenen “Somuncu Baba ve Hulusi Efendi Kültür Etkinlikleri” programında birinci olan şiirini en önemli hatıralarından biri olarak görülmektedir. 2005 yılında vefat eden Beyanî’nin kabri Irmaklı köyündedir. Vefatı üzerine şu şiiri kaleme almışız: 

 

Ansızın Gitti Beyânî

 

Bindokuzyüz otuz sekiz yılında

Bu dünyaya adım attı Beyânî

Hayat sürdü şu Darende elinde

İnsanlara sevgi güttü Beyânî

 

Babasının adı Âşık Mustafa

Bu devr-i âlemde çok çekti cefa

Gurbet gurbet gezdi sürmedi safa

Her türlü acıyı tattı Beyânî

 

Hulûsi Efendi himmet eyledi

Şiirde başarı atın hayladı

Türkiye’me nice destan söyledi

Gönlünü heceye kattı Beyânî

 

Somuncu Baba’nın medhini yazdı

Kafiyeyi inci misali dizdi

Bu âni ölümü bizleri üzdü

Bir kazaya kurban gitti Beyânî

 

Sürdüğü traktör eceli oldu

Azrail canını yol üstü aldı

Firkati yüreğe ızdırap saldı

Ölüm gerçeğine çattı Beyânî

 

Ondokuz ağustos ikibinbeş’te

Sanki hayal değil geçen bir düşte

Kara haber aziz dostun Tektaş’ta

Duyanları hep ağlattı Beyânî

 

Şimdi sıra geldi Beyanî’nin Şeyh Hamid-i veli Hazretleri için yazdığı şiire; 

 

BÜYÜK ZATIN HAYATI

 

Mutasavvıf maruf ilim hocası 

Kayseri’ye otağ kuranlardandır

Ebû Hâmid idi onun künyesi 

Türkistan’dan göçüp gelenlerdendir.

Mutasavvıf, İslam’ın ahlakla ilgili emirlerine tasavvufi yönlerine yoğunlaşan, genellikle insanın iç dünyasıyla ilgilenen kişilere verilen isimdir. Tasavvuf, İslam’ın manevi yönünü vurgulayan bir anlayıştır ve mutasavvıflar bu anlayış doğrultusunda manevi bilgi ve tecrübe arayışında bulunurlar. Mutasavvıflar, ruhsal ve manevi bir olgunlaşma arayışındadır. Allah’a yakınlaşmak, manevi bilgi ve derinlik kazanmak için çeşitli yollar ve uygulamalar takip ederler. Tasavvuf, Sufizm olarak da bilinir ve bu öğretiye sahip mutasavvıflar, genellikle bir tarikatın veya manevi okulun mensubudurlar. Bu okullarda, ruhi eğitimin yanı sıra ahlaki ve etik değerlerin öğretilmesi de önemlidir. Mutasavvıflar, genellikle özel ibadet ve ritüellere yönelirler. Zikir (Allah’ı anma), Mevlevi seması (dönme) ve diğer manevi uygulamalar bu ritüellere örnek olarak verilebilir. Mutasavvıflar, genellikle mürşid (öğretici) veya pir (rehber) olarak bilinir ve müridlerine (öğrencilerine) manevi yol gösterirler. Bu kişiler, manevi öğretinin ve deneyimlerin aktarılması konusunda önemli bir rol oynarlar. Tasavvuf, İslam edebiyatında önemli bir yer tutar ve mutasavvıflar, derin manevi duygularını ve düşüncelerini şiir ve diğer edebi formlarda ifade ederler. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Yunus Emre ve diğer tasavvuf şairleri bu gelenekten beslenen ünlü isimlerdendir. Mutasavvıflar, genellikle toplumda manevi rehberlik ve ahlaki yönlendirme sağlarlar. Manevi değerlere bağlı kalmanın ve Allah’a yakınlaşmanın toplumsal yaşamda nasıl uygulanması gerektiğine dair örnekler sunarlar. Özetle, mutasavvıf, manevi arayış ve tasavvuf uygulamalarına yönelen kişidir ve İslam’ın derin manevi boyutunu keşfetmeye çalışan bir birey olarak tanımlanabilir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri hem mutasavvıf, hem âlim hem de irfan ehlidir. Âşık Beyanî bu dörtlükte önce bu konulara temas ederken; Kayseri’de dünyaya gelmesini otağ kurma olarak, Ebu Hamid künyesiyle anılmasını da zikrederek Türkistan illerinden Anadolu’ya gelen erenler silsilesinden olduğunu dillendirmektedir. 

 

Hamidüddin idi öz adı ise 

Babasının ismi Şemseddin Musa

Bu veliyi arz edeyim herkese

İslam’a hizmetler verenlerdendir.

 

İsminin; Hamidüddin, babasının adının Şemseddin Musa Efendi olduğunu beyanla İslam’a hizmetinin herkese anlatılması hakikatini belirtmektedir.

 

Bin üçyüz otuz bir doğmuş rivayet

Köyü Akçakaya tahmini evet 

Bir sonuca yaklaştınız nihayet 

Yolu, sonsuzluğa saranlardandır.

 

Kayseri’den çıkıp Şam’a gidişte 

Molla Fenari’yle dost olmuş başta 

Ali Erdebil’dir hocası işte 

Bilimi bilenden soranlardandır.

 

Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin hayatında; Kayseri, Şam, Hoy, Erdebil, Tebriz, Bursa, Aksaray, Mekke, Medine ve Darende şehirleri önemlidir. Ömrü, imi, gönülleri eğitmesi hep bu şehirlerde geçmiştir. 

 

Öğrendikçe her bir türlü ilimi

Böyle geliştirmiş Türkün dilini 

Ebheriye tarikatı yolunu 

Seçerek yarayı saranlardandır.

Şeyh Hamid-i Veli’nin yaşadığı dönemde Anadolu, Dâr’ül-Cihâd olarak biliniyordu ve bu dönemde Türkistan ile Mâverâünnehir bölgelerinden gelen Horasan Erenleri, Ahîler, Yesevî Dervişleri ve Babaîler, Anadolu'yu manevi olarak fethetmek amacıyla akın ediyorlardı. Bu manevi fetih hareketlerinin bir parçası olarak hazretin ailesi de Anadolu’ya gelmiştir. Somuncu Baba’nın bağlı olduğu tarikat, o dönemde Horasan’da ve Anadolu’da yaygın olan Ebheriyye Tarikatı’na dayanmaktadır. Bu tarikatın manevi etkilerini babasından almış, ayrıca Şam’daki Bâyezidiyye Dergâhı’ndan Bistâmiyye Tarikatı ve Erdebil meşâyıhları aracılığıyla Halvetiyye veya Şeyh Safiyyüddin’in etkisiyle de Safeviyye Tarikatları gibi çeşitli manevi yollarla da beslenmiştir. Bu tarikatların hepsi âdeta kendinde, Mecma‘ut-Turuk olarak birleşmiştir. 

Şamdan ne hikmetse Tebriz’e gelmiş

Oradan Bursa’ya hemen yerleşmiş 

Böylelikle Anadolu şad olmuş 

Kafasını buna yoranlardandır.

“Anadolu” terimi, Bizanslıların “güneşin doğduğu yer” anlamına gelen Grekçe “anatoli” kelimesinden türetilmiştir. Ancak, Türk milleti İslam’ın ışığıyla bu toprakları ebedi vatan yapmıştır. Bu manevi ışık, Anadolu’dan üç kıtaya yayılmıştır. Atalarımız Anadolu'yu yurt edindikten sonra, bu tarihî yarımada yeni sahiplerinin yönetim, kültür ve geleneklerine uygun bir karakter kazanmaya başlamıştır. 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'nun kapıları Türkler’e açılmış ve kısa sürede bir yönetim sistemi kurulmuştur. Eski Türk gelenekleri gereği, ülke hükümdar ve ailesinin ortak mülkü sayıldığından, hükümdarın oğulları çeşitli bölgelerde yöneticilik yapmışlardır. Anadolu'da bu uygulamanın tipik örneği, II. Kılıçarslan döneminde görülür; bu hükümdar, on bir oğlunu Anadolu’nun farklı şehir ve bölgelerine yönetici olarak atamış ve bir idari yapı oluşturmuştur. Bu dönemde subaşılık, vilayet ve divan gibi idari birimler kullanılmıştır. Şehirler ve kasabalar hakkında detaylı bilgiler, Ebü’l-Fidâ, Ömerî ve İbn Battûta gibi yazarların eserlerinde bulunmaktadır. Anadolu şehir ve kasabalarında halkın büyük kısmı Müslüman-Türk nüfusundan oluşuyordu. Şehir halkı genellikle cami veya mescid çevresinde, mahalle adını verdiğimiz küçük idari birimlerde yaşamaktaydı. Cihad ve gazaya önem veren Anadolu erenleri, ilim ve kültür faaliyetlerine de destek vermişlerdir. Böylece İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden pek çok âlim Anadolu’ya gelmiş ve kıymetli eserler sunmuştur. Şeyh hamid-i veli hazretleri de Anadolu'daki ilim ve kültür çalışmalarına, bölgenin kültürel hayatına, milli bilincin uyanmasına ve idari ve siyasi tarihinin tanınmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

 

Çilehane kurmuş gizli bir yere 

Gavs-ı a’zam ünvan olmuş habire 

Önem vermiş sevgi ile sabıra 

Başta ektiğini derenlerdendir.

Çilehane, tasavvufta genellikle bir kişinin manevi olarak kendini izole edip derin bir tefekkür ve ibadetle meşgul olduğu, zihin ve ruh temizliği için ayrılan yer anlamına gelir. Bu tür bir uygulama, kişinin kendisini dünyadan ve dünyevi sıkıntılardan uzaklaştırarak ruhsal olarak yenilenmesini ve Allah’a daha yakın olmasını amaçlar. Çilehane, bir nevi inziva yeri olarak kullanılır ve burada geçirilen zaman, manevi gelişim ve derinleşme için önemlidir. Tasavvufta, çilehane genellikle bir sufi veya müridin belirli bir süre yalnız kalıp manevi bir arınma süreci geçirdiği yerdir. Burada kişi, belirlenen süre boyunca (çoğu zaman 40 gün) dış dünya ile ilişkisini keserek tamamen manevi çalışmalara, zikir ve tefekküre odaklanır. Bu süre, kişinin kendini ve Allah’ı daha iyi anlaması için bir fırsat olarak görülür. Çilehane, tasavvufta manevi bir arınma, derinleşme ve tefekkür için kullanılan bir inziva yeridir. Sufiler, bu mekânlarda belirli bir süre yalnız kalıp manevi çalışmalara odaklanarak kendilerini geliştirmeyi hedeflerler. Çilehane, ruhsal bir yenilenme ve Allah’a yaklaşma sürecinin önemli bir parçasıdır. Camii şeriften, balıklı kuyulara doğru giden yoldan ilerledikçe, ileride kayanın gölgesinde Şeyh Hamid-i Veli ve evlatlarının kullandığı çilehaneyi görmek mümkündür. 

Gavs-ı Azam, tasavvufta en yüksek manevi mertebeyi temsil eden ve müridlerin manevi yolculuklarında en yüksek rehberlik ve desteği sağlayan kişiyi ifade eder. Bu kişi, derin bir manevi bilgi ve tecrübe sahibidir ve Allah’ın sırlarına vakıf olarak kabul edilir. Tasavvufta “Gavs-ı Azam” olarak anılan kişi, genellikle büyük bir manevi kudrete sahip olduğuna inanılan bir sufi liderdir. Bu kişi, diğer mürşitlerden veya şeyhlerden farklı olarak daha yüksek bir manevi yetkiye ve kudrete sahip olduğuna inanılır. Gavs-ı Azam’ın, tasavvufî uygulamalarda ve ruhsal rehberlikte en yüksek mertebede olduğu kabul edilir. Gavs-ı Azam, tasavvufta manevi olarak en yüksek mertebede olan, derin bir manevi bilgi ve kudrete sahip kişi anlamına gelir. Bu terim, bir sufi liderin veya mürşidin manevi olarak en yüksek mertebede olduğunu ve diğerlerine rehberlik etme konusunda özel bir yetkiye sahip olduğunu ifade eder. Gavs-ı Azam, tasavvufi topluluklarda büyük bir saygı görür ve manevi rehberlikte en yüksek mertebeyi temsil eder. Şeyh Hamid-i Veli’den “Gavs-ı Azamlığı Anadolu’ya getiren kişi” olarak bahsedilir. 

Niğbolu savaşı kazanılınca

Yıldırım Bayezid düşünmüş önce

Bir cami yaptırmış çok muhteşemce

Onun temelini yaranlardandır.

Rivayete göre, Sultan Niğbolu Zaferi öncesinde Padişah Yıldırım Bayezid savaşın başarısı için Allah’a dua etmiş ve zafer kazanılırsa 20 cami inşa edeceğini vaat etmiştir. Zafer elde edildikten sonra, damadı Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine, 20 ayrı cami yerine tek bir cami yaptırmaya karar vermiştir. 1 Mart 1855 tarihindeki büyük depremde caminin 17 kubbesi çökmüş, onarımdan sonra 1862 yılında tekrar kullanılmaya başlanmış, 1889’daki yangında da hasar görmüştür. Caminin iki minaresi vardır: Kuzeybatı köşede yer alan minare, Yıldırım Bayezıd döneminde inşa edilmiştir; kuzeydoğudaki minare ise muhtemelen Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmıştır. 2215 metrekarelik bir alanı kaplayan Ulu Cami, beş bölümden oluşur ve her bölüm dört kubbeye sahiptir. Toplamda 20 kubbesi bulunur ve bunlardan ortadaki kubbe açık olarak yapılmıştır. Telle kaplı bu orta kubbeye giren yağmur suyu bir havuzda toplanır, kubbe ise camiyi aydınlatır. Günümüzde kubbenin üzeri camekânla kaplanmış olsa da yağmur suyu toplama işlevi devam etmektedir; aydınlatma işlevi de sürmektedir. Ortadaki kubbenin altında 18 köşeli bir şadırvan bulunur. Şadırvanın inşa edilme nedeni, caminin yapımı için arazinin zorla alındığı yerin eski sahibinin, arazisini satmayı reddetmesidir. Bu yüzden, zorla alınan yerin üzerine namaz kılınmaması düşüncesiyle şadırvan yapılmıştır.

Fırın yapıp ekmek satmış insana 

Mum ile pişirmiş hele baksana

Pir Somuncu Baba olmuş can cana

Her gönüle birden girenlerdendir.

Bursa’da, çilehanesinin yanı sıra bir ekmek fırını da inşa eden Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, burada somun pişirip, çarşı ve pazarda “Mü’minler, Somunlar” çağrısıyla ekmek dağıtmıştır. Ulu Cami’nin inşaatı sırasında işçilere ve halka ekmek sunmuş, bu davranışıyla halkın takdirini kazanmıştır. Manevi yönünü gizlediği için halk arasında “Somuncu Baba” adıyla tanınmıştır.

O dönemin önemli manevi önderlerinden Emir Sultan Hazretleri, Somuncu Baba’nın fırınını ziyaret etmek istemiş, ancak fırında ateş görmediğinde bu durumu merak etmiştir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ona, “Aşk ateşiyle pişer” yanıtını vermiştir, yani bu fırında ekmekler manevi bir ateşle pişirilmektedir.

Somuncu Baba'nın ekmek pişirdiği yer, Bursa Ulu Camii'nin karşısında bulunan Sahaflar Çarşısı’nın ortasında yer alır. Şeyh Hamid-i Veli’nin hem evi hem de fırınının Mollafenari Mahallesinde olduğu ve yaklaşık 1390’lı yıllarda yapıldığı tahmin edilmektedir. Rivayete göre, Somuncu Baba bu fırında pişirdiği ekmekleri Ulu Cami’nin inşaatında çalışan işçilere dağıtmıştır. Günümüzde kamulaştırılmış olan fırın, restore edilerek 2016 yılında ziyaretçilere açılmıştır. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, gönüllere hitap ettiği için, her devirde sayısızca gönül sahibi tarafından anılmakta, sevilmekte ve yâd edilmektedir. 

Cami açılırken güzel vatana 

Padişah damadı Emir Sultan’a 

Cumada hutbeyle anlat insana

Derken hoca safta duranlardandır.

 

Emir Sultan kabul etmez orada 

Kutbu’l a’zam aramızda sırada 

Cumayı kıldırsın kalksın nerede 

Kerameti baştan görenlerdendir.

 

Ekmekçi kocamız minbere çıkmış 

Fatiha’yı yedi türlü anlatmış 

Üç kapıdan birden aynı görünmüş

Sır olup defteri dürenlerdendir.

Bursa Ulu Cami'nin inşaatı tamamlandıktan sonra, açılış merasimi için bir Cuma günü belirlenir. O gün Yıldırım Bayezid Han, damadı Emir Sultan, Molla Fenari, birçok âlim ve Bursa halkı Ulu Cami'yi doldurur. Sultan, caminin mahfilinde otururken Emir Sultan’ı yanına çağırır ve aralarında şu konuşma geçer:

-Hutbeyi sen oku! Emir Sultan:

-Sultanım! Bu çağda ve bu bölgede ilim ve irfan açısından en yüksek kişi aramızda bulunurken, bizim hutbe okumamız uygun olmaz, dedi. Sultan şaşkın bir şekilde:

-O kimdir, dedi. Emir Sultan:

-Halk arasında Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamid-i Veli'dir. Kendini gizliyor ama biz onun derin bilgi ve bilgeliğinden haberdarız. Hem zahir hem batın ilimlerinde derin bir bilgiye sahip olan yüce bir bilgedir. Ulu Cami'nin açılışı için bu görevi ona vermek uygun olacaktır, dedi. Bunun üzerine Sultan, hutbe görevini Somuncu Baba'ya verdi.

Emir Sultan, safların arasından geçerek Somuncu Baba'nın yanına diz çökerek:

-Şeyhim! Bu Cuma Ulu Cami'nin ilk Cuması ve bu görev size aittir. Sultan bize bu görevi havale etti. Ancak siz varken bu işin bize uygun olmadığını söyledim. O da hutbeyi sizin okumanızı istedi, dedi. Somuncu Baba:

-Ah Emir, sırrı ifşa ettin. Bizim yolculuk mührümüzü verdin, diye karşılık verdi.

Bunun üzerine Emir Sultan oldukça üzülür. Somuncu Baba ise onu teselli eder:

-Üzülme! Eğer gönlün benimle olursa, Yemen'de de olsam hep yanımda olursun. Eğer gönlün bende değilse, yanı başımda bile olsan hep uzaktasın.

Somuncu Baba, caminin açılışı vesilesiyle Fatiha Suresi'nin tefsirini yapmaya karar vermişti. Hutbeye çıkınca:

-Bazı âlimler, Fatiha Suresi'nin tefsirinde zorluk çekmiş ve bazı kısımlarını anlayamamıştır. Bu yüzden bu surenin tefsirini yapalım, dedi ve Fatiha Suresi'nin tefsirini gerçekleştirdi.

Namaz bittikten sonra camide bir ayrı alaka yaşanır. Cemaat, Somuncu Baba'yı ararken hangi kapıya bakarsa baksın, doğrudan o kapıya yönelir. Herkes, vardığı kapıdan geri dönmeyen Somuncu Baba'yı görmüş ve ellerini öpmüştür. Cuma namazının ardından halk, Somuncu Baba'nın evine akın eder. Ancak Somuncu Baba bu durumdan rahatsızlık duyar. Şehirden ayrılma zamanı gelir. “Burada sırrımız açığa çıktı, artık burada kalmak bize uygun olmaz. Bizim yolumuz sır kalmaktır” der. Bir sabah erken saatte, Gavas Paşa Medresesi'nden birkaç öğrenciyle yola çıkar. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terk ettiğini duyan Molla Fenari, bir çınarın yanında koşarak arkasından yetişir. Bursa'da kalması için yalvarır ve ricada bulunur. Ancak Somuncu Baba bu isteği kabul etmez. Son olarak, Bursa için dua etmesini ister. Somuncu Baba, çınarın yanında durarak Bursa'ya yönelir ve şehre feyizli ve bereketli bir yer olması, yeşil kalması için dua eder. Ardından, veda ederek ayrılırlar. Bursa'da çınarın bulunduğu bu bölgeye “Dua Çınarı” denir.

 

İzini kaybetmek üzere belki

Bursa’dan ayrılmış severek halkı 

Hemen Aksaray’a gitmiştir bil ki

Oğlu Yusuf orda kalanlardandır.

 

Şeyh Hamid-i Veli/Somuncu Baba'nın sırrı açığa çıktığı için Bursa'dan ayrılmıştır ve talebeleriyle birlikte gitmiştir. Bursalı İsmail Hakkı, Silsilename adlı eserinde şunları kaydetmiştir: Şeyh Hamid, bir gece merkebine binerek Aksaray’a doğru yola çıkmış ve burada kendisine ait Mescidi bulunmaktadır. Aksaray’dan sonra Darende’ye göç etmiş ve burada vefat etmiştir. Şu anda türbesi ziyaret edilmektedir. Somuncu Baba, Bursa’dan Aksaray’a gelmiş, bir süre burada kalmış ve büyük oğlu Baba Yusuf Hakiki’yi burada bırakmıştır. Küçük oğlu Halil Taybi ve Hacı Bayram-ı Veli ile birlikte yola çıkmışlar, bir süre Şam’da kalıp hacca gitmişlerdir. Hac dönüşü Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’da görevlendirmiştir. Şeyh Hamid-i Veli ve Halil Taybi ise Darende’ye gelerek eski şehrin Hıdırlık Mahallesi (Zaviye Mahallesi) olarak bilinen bölgesine yerleşmişlerdir.  (Devam Edecek)