Ömer HİDAYET


Anadolu'nun Sırlı Yolları

 İnsan çoğu zaman, nasıl bir mana ve ruh coğrafyasına doğru yol aldığını bilmiyor.


     İnsan çoğu zaman, nasıl bir mana ve ruh coğrafyasına doğru yol aldığını bilmiyor.

Çalıkuşu’nun Zeyniler köyü hala, Feride öğretmenin idealizm saçan ışıkları ile aydınlanmaya devam ediyor mu? Necati Cumalı, Susuz Yaz’ı kaleme alırken, aileler arasında su kavgasının, bugünde devam ettiğini hiç düşündü mü?

     Yaşar Kemal, Çukurova’nın ateş yalımı yollarında at sürerken, eşkıyaların mavzerlerinin başında uyuduğunu, kaç kere tekinsiz hayal etmiştir?

    Atilla İlhan, Yarın Artık Bugündür ’ün Doktor Zeynep’i Anadolu’ya yolcu ederken, İstanbul Boğazı’nın serin sularına bakarak, viski yudumlayan sözde aydınların, miadını doldurduğunu keskin ve kıvrak zekâsı ile nasıl çözmüştü?

    Anadolu, İstanbul’dan bakınca taşra görünüyordu. Hâlbuki bütün medeniyetlerin bin bir kavşak noktası idi. Asırların taşıdığı farklı medeniyetlere, kilit noktası olmuştu. Bu havza kurursa, dünya dönmez olurdu. Bu toprakların, mektep görmemiş ümmisi, fazla söze ne hacet dendiğinde hikmet ve irfan sahibi olup, sukut ve edep deryasına gizlenirlerdi.

    Dünümüz; ibret dolu bir iz taşıyor, yarınımız; umut ve heyecan damarlarımızı çatlatacak, kıvamda kaynıyor. Orta Asya’nın yağız delikanlısı, susuzluktan çatlayan atını, Dicle’de, Sakarya’da, Meriç’te kana kana sulamıştı. Anadolu, rahmetin ve erdemin yükselen kutup yıldızı olmuştu. Bir çift öküzün boynunda, bir yıllık erzak yükünü, sabır ve metanetle taşımıştı.  Destan, sadece dilden dile dolaşmıyor, yürekleri parçalayan acı olup, Mehllika Sultan’a aşık yedi genç, çilenin gölgesinde, yedi asır ağlaşırlardı.

 Anadolu, dünden bugüne beka ve birlik destanı yazdı. Millet olarak, tek mücadelesi bu olmuştu. Garp cephesinde, mermisi bitince, Sarıkamış’a, İnönü’de zafer muştusu alınınca, Trablusgarp’a süngü kuşanılıyordu. Yokluk, iradeye; çile, sabra dönmüştü. Sofralarda, kuru pilava kaşık sallayan dertli analar, Anadolu’nun rahmet deryaları gibi içli içli ç/ağlıyordu. Aç oturulan, sofradan şükürle kalkılıyordu. 

Bugünde Kahraman Mehmetçik, Afrin’e , Ceraplus’u huzur diyarı yapmak için şafak operasyonu yapıyordu. Gözleri, mavera ötesi diyarla odaklanmıştı.  Memleketin, bekası her şeyin üstünde idi. Ekonomik saldırılar, birleşmiş milletler ikilemi, bir mana ifade etmiyordu, bu kutlu  sevda karşısında..

Anadolu, yaşamın yedi rengine bürünmüş, yedi mana ve ruh ikliminin atmosferini soluyordu.   Bir evde,

 “Bugün bize pir geldi,

  Gülleri taze geldi,

  Önü sıra Kenberi,

  Ali Murtaza geldi” semah ederken, bir başka evde “Bir dalda iki kiraz, biri al, bir beyaz” özdeyişi ile” Kerbela’da şehit edilen Hazreti Peygamber’in fidanları Hasan ve Hüseyin “ için, mukadder kalpler, şerha şerha paralanıyordu.

    Anadolu, acısıyla, tatlısıyla, yaşlısı, genciyle, tarihin derinlerine doğru ılgıt ılgıt esen, rahmet rüzgârı olmuştu. Bağlarında yedi veren üzümleri, sadra şifa nimet taşırken, yükseklerde öten Hüma kuşu, sevdiği yardan, seher vakti haber taşıyordu.

  Sosyal koşu yolunun kambur sırtı, kalabalıkları taşımaz olmuştu. Ruhlar, artık yirminci yüzyılın modern kementleri altında, hangi psikolojik hastalıklarla boğuşacak, bilinmiyordu. Kimse artık, yüksek yüksek tepelere ev yapmıyordu. Zira arşlı arşlı memleketlere, kız veren kalmamıştı. Sevda, Çukurova’da sıcağının buğulu konforunda saltanat sürerken, Ağrı Dağı, efsanelere yılkı atlarla acı ve hasret taşıyordu.  Fırat’ın soğuk sularına kendini bırakan âşık, acının yedi beytini, yedi dilde nağmeye dönüştürmüştü.

     Erdem Beyazıt Ustanın, naif duygusunun mısralara evirildiği şu dizeler, Anadolu sevdama vurulmuş bir kamçı gibi, beni Fırat’a doğru doludizgin koşturmaya yetmişti:

“Bir de baharlar bilirim,

Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği.

Anadolu bozkırlarında,

İstanbul’dan çıkıp Diyarbekir’e doğru,

Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen,

Cesur otobüs pencerelerinden,

Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen ,

Evrensel kadınların, iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında,

Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış, ırgat çocuklarının,

Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken,

Diğer ellerinde sarkan, yemyeşil bir soğanla gelen.”

   Anadolu, buğday dövenlerinin ağır aksak yedeğinde, boğaza kaçan tozları, sabırla yutan şükür ehli bir başka diyarın adı olmalı diye düşünebilirsiniz. Annesi çalıştığı için kapıda kalan komşu çocuğuna, en fiyakalısından patates/köfte yapıp ekmek arası sunulan bir güzelliğin diğer adı olsa gerek diye iç geçirdim. Gün boyu oynadığımız, yorulmayı akşam yatağa uzanınca anladığımız, uçsuz bucaksız güzellikler diyarı ey Anadolu. Senin bir karışında gözü olanların, ebediyen göz pür karanlık olsun. Şiir şiir, mısra içimde büyürsün.. yağmurun bir başka, boranın bir başka.. Yiğidin bir başka, ihtiyarın bir başka salınır üstünde.. Güvenle, umutla ve huzurla.. Bitti derken başlayan, soldu derken binbir renkte açan yediveren gibi gelip gönlüme konmasına bayılıyorum bu Yağız Anadolu’nun..