Musa Tektaş


ABDURRAHİM FAHÎMÎ ’NİN ŞEYH HAMİD-İ VELİ MERSİYESİ

ABDURRAHİM FAHÎMÎ ’NİN ŞEYH HAMİD-İ VELİ MERSİYESİ


Abdurrahim Fahîmî (1860-1933)’nin Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine Mersiyesi

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri hakkında, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin teşvikiyle “Şeyh Hamid-i Veli Camii İhya ve Onarım Derneği” yayınları arasında Darendeli öğretmenlerin hazırladığı “Somuncu Baba/Şeyh Hamid-i Veli” isimli eser; 1965 yılında neşredilmiştir. Bu eserde Osmanlı Padişahları döneminden kalan ferman ve vesikalarla birlikte, hazrete yazılan şiirlerin de varlığı bir hakikattir. İlgili eserin 53. sayfasında Şükrü Erdoğan Ulu’nun “Darendeli Şairler Antolojisi’nden” naklen Fahîmî’ye ait bir şiir mevcuttur. Bu şiir yıllardır dikkatimizi çekerdi. Ancak Fahîmî hakkında detaylı bir bilgiye ulaşamamıştık.  Prof. Dr. İsmet Çetin’in 2010 yılında yayımlanan “Alacahanlı Fahîmî: Hayatı, Edebi Şahsiyeti” isimli kitap çalışması ve 2017 yılında Malatya’da düzenlenen “Uluslararası Geçmişten Günümüze Malatyalı İlim ve Fikir İnsanları Sempozyumu”nda biri torunlarından iki akademisyenin sunduğu tebliğ; Abdurrahim Fahîmî’nin hayatı hakkında geniş bilgi sahibi olmamızı sağladı. Önce hayatı hakkında ilgili akademik kitap çalışması ve tebliğden bilgiler paylaştıktan sonra mersiyenin yorumuna geçeceğiz. 

Abdurrahim Fahîmî

Halk arasında Kaynar Hoca olarak bilinen Abdurrahim Fahîmî (1860-1933), Malatyalı ilim ehli bir ailenin ferdidir. Ailesinin bir kısmı 19. Yüzyılda Sivas vilayeti Kangal sancağına bağlı Şarkışla ve Alacahan beldelerine yerleşmiş ve bu muhitlerde eğitim öğretim işleriyle iştigal etmişlerdir. Dedesi Malatya Ulemasından Hacı Hasan Efendi 1867 yılında Şarkışla'da müderrisliğe başlamıştır. Büyük âlim, mutasavvıf, şair Hacı Hasan Efendi Arabistan ve İslam coğrafyasının köklü medreselerinde tahsil gördükten sonra hocasının icazetiyle Alacahan'a yerleşmiş ve din hizmetlerini yürütmüştür. Yörenin ilim, irfan, kültür ortamına muallim ve rehberliğiyle katkı sağlayan Hacı Hasan Efendi, birçok talebe yetiştirmiştir. Alacahan'da medfun bulunan Hacı Hasan Efendi'nin çocukları ve aile efradından takip edenler hem ilmî hem de Nakşi-Üveysi tasavvufi geleneğini devam ettirmişlerdir. Bu yönüyle ailesi “Hocalar” lakabıyla yörede tanınmış, eğitim ve öğretim, işleriyle ünlenmişler. Hacı Hasan Efendi’nin evlatlarından Hacı Osman Efendi'nin oğlu olan Abdurrahim Fahîmî; 1860 yılında dünyaya gelmiş olup,  ehl-i hâl bir zat, hâli, ahlakı, yaşantısı ve ilmiyle yörede şöhret bulmuş ve yaşadığı dönemde Sivas vilayeti dâhilinde medreselerde müderrislik yapmıştır. Abdurrahim Fahîmî'nin ilmî, itikadi kişiliğine yakından bakıldığında, ailesi içinde hem ehl-i beyte bağlılığı hem de İslami anlayışın ana çizgisini temsil eden Ehlisünnete bağlılığıyla dikkat çeker. Onun bu yönü Divan'ında inşad ettiği şiirlerinde de açıkça vurgulanır. 

 Abdurrahim Fahîmî'nin haricinde Hacı Hasan Efendi’nin aynı kuşak torunlarının Sivas ve Kangal sancağına bağlı Şarkışla, Alacahan muhitlerinde ilim ve eğitim faaliyetlerinde bulundukları görülmektedir.  Nitekim Hacı Hasan Efendi’nin en küçük oğlu Hacı Sait Efendi (v. 1934) Şarkışla yöresinde ilim irfan sahibi ve ehli hal bir zat olarak şöhret bulmuş ve kurduğu tekkenin yanında müderrisliğiyle de hizmet sunmuştur. Alacahan, tarihte ipek yolu üzerinde inşa edilmiş, Selçuklular döneminde ismiyle müsemma muhkem bir kale ve içerisinde hanı, mescidi bulunan bugün de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş bir mahaldir. Fahîmî ve diğer âlim-fazıl aile büyükleri Alacahan yöresinde “Kömürhanî” nispetiyle anılır. Kömürhan, Mamuratilaziz vilayetine bağlı Fırat Nehri üzerinde şimdiki Malatya ve Elazığ’ı birbirine bağlayan muhittir ve burada Elazığ tarafında nehrin sol tarafına düşen kıyıda bir müştemilatlı imaret vardır. Baraj gölünün teşekkülüyle şimdilerde suyun altında kalmıştır. Osmanlı döneminde 1500’lü yıllardan beri bu aile yörenin mutasarrıfı göreviyle bu muhitte iskân olmuştur. Ailenin bir kolunun Sultan Abdülaziz döneminde Sivas yöresine memur edildiği bir kolunun Diyarbakır yöresine gittiği diğerlerinin de Cumhuriyet döneminde Malatya merkezde Şıkşık Mahallesi ve İstasyon civarında temellükatının olduğu bilinmektedir.

 Fahîmî Divanı

Abdurrahim Fahîmî'nin yazmış olduğu eserlerinden en önemlisi Fahîmî divanıdır. Bu divan Osmanlının son divanlarından biridir. Fahîmî'nin önceki kuşak aile büyüğü olup Sivas yöresinde ilim-irfan ve eğitim işleri için Sultan Abdulaziz tarafından görevlendirilen Hacı Hasan Efendi, 10 Eylül 1788 senesinde Malatya'da dünyaya gelmiştir. Babası Nakşibendi-Üveysi hulefasından Seyyid Osman Nuri Efendi'dir. Ailesi ilmî-tasavvufi hizmetleri yanında maişetini o yıllarda Fırat nehri Kömürhan mevkiinde kayıkla yolcu taşımayla temin etmekteydi. Büyük dedeleri Malatya'ya Horasan bölgesinden gelerek yerleşmişlerdir. Şecere kayıtlarına göre, Hz. Hüseyin (r. a)’den itibaren 8. kuşak İmam Rıza (r.a)'e dayandığı anlaşılmaktadır. Bu soy aidiyeti Hacı Hasan Efendi'nin torunu Abdurrrahim Fahîmî (v. 1933) Divanı'ndaki bir şiirde dile getirilir. Abdürrahim Fahîmî, Kangal’a bağlı Alacahan'da medfundur. Vefatıyla ilgili kayıtlara şöyle bir rivayet geçmiştir. "Fahîmî hasta yatağındayken, kendi cenaze namazını kıldıracak kişinin gelmekte olduğunu söyler. İçeriye, amcazadesi olan Sivas, Altınyayla ilçesine bağlı Tahyurt köyünden Hacı Said Efendi girer. Abdurrahim Fahîmî'nin vefatını müteakiben, cenaze namazını kıldıran Hacı Said Efendi, mezar taşı kitabesine şunları yazar:

"Esselamu aleyküm, 

Defteri sınfu'l abdda ismidir Abdurrahim 

Nazm-ı uşşaki divanda mahlası oldu Fahim" ...

Mezar taşında amcazedesi tarafından yapılan bu tanımlama, edebi bir vurgu ve Fahîmî'nin kişiliğine atıfta bulunmaktaysa da aslında onun tasavvufi bağına da telmih yapmaktadır. Aile büyüklerinden Hacı Hasan Efendi, Nakşibendi tarikinden Üveysilik koluna mensubiyetle, isim ve mahlas bildiren ibarelerde zikredilmektedir. Fahîmî'nin yaşantısı, kişiliği, hayata bakışı, hadiseleri değerlendirmesi, zihniyet dünyası Uşşakilik tarikinin genel prensipleriyle daha çok örtüşmektedir. Bu sebepten onun Halvetiye tarikatı şubelerinden biri olan Uşşakiye koluna mensup olduğunu vefatında amcazadesi Hacı Said Efendi'nin mezar taşına yazdığı kitabeden de çıkarılmaktadır. 

Fahîmî’nin Divanı’nda mersiye tarzı şiirler oldukça fazladır ve Divanı'ndaki mersiye tarzı şiirleri yüzünden Divan şiirinin son dönem büyük mersiye şairlerinden sayılmaktadır. Mersiyelerinde Ehlibeyt sevgisi ve Kerbela hadisesini matemle anmanın yanında başka bağlamda ehlisünnet bağlılığını ifade eden şiirleri de görülmektedir.  

Abdurrahim Fahîmî, yukarda da belirtildiği gibi, Divan Edebiyatı kültürü içinde mütalaa edilen şairler içeresinde mersiye tarzı şiirleriyle literatüre girmiş bir şairdir. Divanı, dinî-tasavvufi şiirlerle büyük oranda teşekkül etmiştir. Divanında Hz. Peygambere, ehli beyte ve İslam büyüklerine medhiye tarzında şiirler yazmıştır. Bunun yanında İslam akaidi çerçevesinde tevhid ana fikri etrafında şiirleri de divanında yer almaktadır. Tasavvufi meşrebinin gereği "el hubbu fillah vel buğzu fillah" düsturunca hayata bakışını Divanı'ndaki şiirleri belirlemektedir. (İsmet Çetin, Alacahanlı Fahîmî: Hayatı, Edebi Şahsiyeti ve Divanı, Sivas Kitaplığı, 2010; Abdurrahim Fahîmî Aydın-Hüseyin Suphi Erdem, “Efendizade Abdurrahim Fahîmî Malatyavi’nin (1860-1933) Edebi ve İlmi Şahsiyeti”, Uluslararası Geçmişten Günümüze Malatyalı İlim ve Fikir İnsanları Sempozyumu 17-19 Kasım 2017 Malatya, Bildiriler Kitabı, I. Cilt, ss. 145-155.)

“Hazret-i Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine Arziyye”

Şiirin Divan’daki orijinal şekli Prof. Dr. İsmet Çetin’in “Alacahanlı Fahîmî: Hayatı, Edebi Şahsiyeti ve Divanı” adlı eserinde 110. Şiir olarak “Hazret-i Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine Arziyye” kaydıyla şu şekildedir: 

Efendim gavs-ı a’zam hazret-i şeyh-i mükerremsin

Cüyûş-i evliyâ seraskeri serdar-ı ekremsin

(Efendim, en yü­ce mer­te­be­de olan velîsin. Şeyhlerin içinde Allah’ın ikramlarına mazhar olmuş, keremlendirilmiş bir zatsın. Evliya ordusu içerisinde en yüksek mertebede bulunuyorsun. Maneviyat ordusunun başındaki manevi komutansın.)

İnsan-ı kâmilin temsil ettiği makam, her devirde sadece bir kişi ile tezahür eden ve gavs-ı azam olarak da kabul edilen hakiki mürşide mahsustur. Bu mürşid Allah’tan vasıtasız olarak feyizlenip istifade ettiği için külli iradenin mazharıdır. Bu yüzden onun bütün fiil ve halleri, bütün kabul ve itirazları Allah’ın rızasına muvafıktır. Bütün ilimlerin evveline ve ahirine münkeşif olduğu gibi, sahip olduğu nur vesilesi ile de yerde ve gökte mevcut bütün eşyanın ilmine ve hakikatine vakıf olur. Bu kâmil mürşid aynı zamanda mir’at-ı tecelli-i Hakk’dır. Mürşidin kalbine akseden bu ilâhi feyiz ve tecelliler, mürşid vasıtası ile müridin kalbine de akseder. (Haluk Enönlü, Laʽlizâde Abdülbâki’nin Mürşid Anlayışı, Edebali İslamiyat Dergisi, 4/1 (Mayıs 2020): 239-256, S. 24.)

Himem genci hem ol nûr-ı nübüvvet şem’i pervâne

Muhibb-i ehl-i beyt-i Mustafa iksir-i a’zamsın

(Hazineler bağışlayan, yüzünde peygamberimizin parlayan nuru nasıl insanları etrafında pervane eylediyse, Hz. Muhammed aleyhisselama muhabbet duyanların size göstereceği sevgi dolayısıyla gönüllere iksirler bağışlayan büyük bir peygamber evladısın. Ehl-i beyti sevenlere güzellikler ikramında bulunursun.)

Tasavvufta himmet genel olarak velînin teveccühü, tasarrufu ve olağan üstü işleri başarma gücü şeklinde anlaşılmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre himmetin üç şekli vardır. Kalbin temenni ettiği şeye bütünüyle yönelmesi uyanış tarzındaki himmettir. Bu bir şeyi gönülden dileme, yürekten arzulama anlamına gelir. Müridin bir şeyi bütün samimiyetiyle dilemesi “irade himmeti” veya “cem‘ himmeti” adını alır. Bu anlamdaki himmetin etkisi altına alamayacağı hiçbir şey yoktur. İbnü’l-Arabî, saf bir ilhamla arzuların bir noktada toplanmasına “hakikat himmeti” adını verir. Yegâne istekleri Hak olan büyük şeyhlerin himmeti böyledir. Velîler, himmet denilen mânevî ve sırrî bir güçle misal âlemindeki mümkün varlıkları gerçek varlıklar haline getirebilirler; çünkü himmet kâmil insandaki ilâhî kudrettir. Bu kudretle meydana gelen bu tür varlıklara “mahlûk-ı ârif” denir. İbnü’l-Arabî, ârifin mârifeti yükseldikçe himmetle tasarrufunun eksildiğini söyler. Çünkü vücûd-ı mutlakın ahadiyyetini müşahede eden ârif onun vücudundan başka bir şey göremez. Ârifin bu müşahedesi onun Hak’tan gayriye teveccüh etmesine engel olur. (Mehmet Demirci“Himmet”, TDV İslam Ansiklopedisi, 1998, C. 18, s. 56.)

Hz. Âdem’den başlayarak bütün peygamberlerin alnında yahut kalbinde taşıdıkları bir nübüvvet nuru olduğu söylenmiştir. Bu nur Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelmiş ve O’nda karar kılmıştır. Nur-ı Muhammedî ile bu nur da kastedilmiştir. “Hz. Muhammed bütün peygamberlerin yaratılış sebebi olduğu için O’nun nuru Âdem’den itibaren hepsinde vardır. Bütün insanların ve bütün evrenin yaratılış sebebi de O’dur. O’nun nuru her insanda ve her şeyde vardır.” Bu nurun şuleleri ve yansımaları bazı evlatlarında tecelli eder. Peygamberimizin soyundan olanların etrafında insanların pervane misali dönmelerin sebebi, bu muhabbetin tesirindendir. 

Bir Müslümanın bir kardeşine veya diğer bir ifadeyle tüm Müslümanlara sevgi ve saygı ile muamele etmesi bir Müslüman olarak görevlerinden biridir. Bununla ilgili birçok ayet ve hadis zikretmek mümkündür. Ancak bu sevgi ve saygının bir sınırı olmalıdır. Bu sınır da Allah ve Peygamber sevgisidir.  Hz. Peygamber’in yakınları olan, hayatı boyunca ona hizmet eden, her türlü sıkıntı ve zorluğa göğüs geren, bu noktada diğer Müslümanlara örnek olup onlara yol gösteren bir özelliğe sahip olan Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber’in dostları olan Ashâb’dan başlamak suretiyle günümüze kadar olan süreçte tüm Müslümanların saf, temiz ve samimi olarak sevgi besleyip saygı gösterdikleri, her zaman için hayırla yâd ettikleri kimseler olmuşlardır. İlk örneklerini ve en doğru şeklini Ashâb’da gördüğümüz Ehl-i Beyt’e sevgi ve saygının temelinde yatan unsur Hz. Peygamber sevgisidir. Hz. Peygamber sevgisinin temelleri ise Kur’an ve sünnettedir. Ashâb’ın Ehl-i Beyt’e karşı gösterdiği sevgi de işte Hz. Peygamber’e gösterilen bu sevginin yansıması şeklindedir. Ehl-i Beyt’e sevginin kaynağı burasıdır. Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul eden bir Müslümanın onun Ehl-i Beyt’ini sevmesi ve saygı göstermesi için kanımızca başka bir sebep aramaya gerek yoktur. (M. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Sevgisi, İstem, Yıl:1, Sayı:2, 2003, s.109 -128.) 

Dahi arz-ı gedâ ol hazretinden lutf-ı himmettir

Medet kıl merhamet bu âcizin derdine mahremsin

(Manevi kapında bulunan ihtiyaçlılar senden himmet dileyerek, yardım istemektedirler. Bu âcizin derdine de merhamet eyleyip bir medet kıl, çünkü sen gizli açık bütün dertlerimizi bilensin.)

Mürid, yürümeyi irade ettiği hak yolda ilerleyebilmek için, o yolu yürümüş, yolun tehlikelerini, inceliklerini, kestirmelerini vs. tüm özelliklerini bizzat görerek ve yaşayarak öğrenmiş usta bir kılavuza muhtaçtır. Kılavuz olmadan ilk defa yürünecek bir yolda karşılaşılabilecek tüm durumlar, yola mürşidsiz çıkacak olan mürid için de geçerlidir. Meşâyıhın tümü, yolun kılavuzsuz, mürşidsiz yürünemeyeceği konusunda ittifak halindedirler. Sülemî; müridlerin âriflere, âriflerin sûfîlere, sûfîlerin ise Rablerine iltica ettiklerini söyleyerek, bir müridin ârif kimselerden alacağı manevî terbiye ile ancak Rabbine doğru yol alabileceğine işaret eder. Ayrıca sâlikin manevi bir hasta olup bu hastalıktan kurtaracak tedavi aşamalarını, yani seyrü sülûk sürecini; tasavvuf imamlarından, nasihati kendisini etkileyeceği, sohbetinde yetişeceği bir mürşid bulması, bu arayışında nefsinin ve halkın tüm arzularını bir kenara bırakıp, yalnızca tabi olduğu mürşidin hükmünce gitmeyi amaçlaması gerektiğini anlatır. Arayıp bulmuş olduğu bu gönül hekimi mürşidin ise, müride nazar etmesi suretiyle hastalığının sebebini bulmuş olacağını, devasını ona göstermesiyle derdine derman olacağını, böylece yüce Allah’ın izniyle iyileşeceğini söyler. Müridlerin hakikate ulaşabilmeleri; kendilerini hedeflerinden alıkoyan şeylerden alakayı kesmek, candan çaba sarf etmek, yollarında kendilerine arız olan her türlü sıkıntıya tahammül etmek, başa gelecek olan ölümle Allah'a ulaşmayı murad etmek, küçük büyük her şeye tazim etmek, seyirlerinde ne acele ne de gevşek davranmak, yürüdükleri yolda yürümeyenlerle arkadaşlık etmemekten oluşan yedi şarta bağlanır. Yine bunlara ilaveten müridin kemâle ermesi için; akli yetilere sahip olmak, zihnin amele alışması, ameli hakkını vererek yapmak, aklın hevâyı kontrolü altına alması, bütün derdin Allah'ı razı etmek olması, bir şey söylemeden veya yapmadan önce o şeyin doğru olup olmadığını iyice düşünmesi, itaatleri boşa çıkaran afetlerden bütün gücüyle sakınması şeklinde yedi şart daha zikredilir. (Muhammet Coşkun, Seyrü Sülûk Çerçevesinde Mürid ve Mürşid Kimliği, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2018, s.32-33.)

Gubar-ı dergehin ol tûtiya-yı çeşme a’mâdır

Muhammed hakkıçün imdad kıl kim şân-ı efhamsın

(Senin dergâhının tozu, kör olan gözlere sürme olarak çekilip, görmesini sağlayacak bir özelliğe sahiptir. Hz. Muhammed’in hürmetine yardım eyle senin şanın ve kadrin çok yücedir.  Çok ulu, şerefli ve değerlisin.)

Tarihi oldukça eskiye dayanan sürme, geçmişten günümüze çeşitli sebeplerden kullanılagelmiştir. Sürme, genel olarak antimuan, kükürt, çinko bileşenlerinden oluşmaktadır. Başka madenlerden de sürme yapılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v) gözün sağlığı için tavsiye ettiği ismid taşı antimonit (s.6253) + çinko bileşiminden oluşur. Halk arasında kullanımı oldukça yaygın olan sürmenin en belirgin özelliği göze sağlığını koruyucu ve göz güzelliğini artırıcı olmasıdır. Sürmenin toplayıcı, soğutucu temizleyici özelikleri vardır. Gözlerdeki kiri, çapağı temizler. Göz kapakları için dahi faydalıdır. Sürme gözün sağlığını korur, kirpik bitirir, bunların hepsi de gözün sağlığını koruyucu ve duyusunu kuvvetlendirir. Sürme, ışığın göze çarpmasını hafifletir. Gözün görme duyusunu ve sinirleri kuvvetlendirdiği için sıcak ülkelerdeki erkekler, senenin sıcak günlerinde ve çölde yaşayanlar, özellikle bedeviler, çobanlar, ziraatçılar ve şiddetli güneş altında çalışanlar gözlerine sürme çekerler.  Sürmenin içine misk karıştırılarak yapılan sürme macunu yaşlı ve gözlerinde zayıflık olan kimseler için en iyi göz ilâcıdır. Gözdeki zararlı maddeleri inceltir, dışarı atar. Sürme altın mil ile göze çekildiği takdirde gözün görme duyusunu artırır, sürme tuzla karıştırılarak göze çekilirse gözde meydana gelen fazla eti giderir. Klasik Türk şiirinde, şairlerin padişah, vezir-i azam, vezirler ve diğer devlet adamlarına sundukları kasideler de sürmeyi övgü aracı olarak kullanmışlardır. Sürme, aynı zamanda âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in ve onun yolundan giden âriflerin ayağının tozuna benzetilmiştir.

Klasik Türk Şiirinde sürmenin göz sağlığı açısından önemi şiirlerde sıkça vurgulanmaktadır. 

Ayağı tozuna yüz uraram 

Ki göz ağrısı tûtiyâsı kanı 

Kadı Burhaneddin bu beytinde şöyle der: “Sevgilinin ayağının tozuna yüz vururum (sürerim). Çünkü (senin) ayağının tozundan olan tûtiyâ göz ağrısının ilâcıdır. Âşığın hastalıklı ağrıyan gözlerine sevgilinin ayağının tozu bir sürme gibi dermândır.” (Gözdenur Tuzcu, Klasik Türk Şiirinde Sürme, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2015, s. 1-3.)

Münevver eylemiş Darende-i ol türbe-i pâkin

Gelenler feyz alır bâbından ol kutb-ı mükerremsin

(O temiz türben, bulunduğu Darende’yi nurlandırmış, manen aydınlatmış. Senin kapına gelenler, ziyaretinde bulunanlar feyz alırlar. Çünkü sen kutupluk ikram edilmiş yüce bir zatsın.) 

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri Anadolu’ya kutupluğu getiren zat olarak bilinir. 

Tasavvufta kutub; veliler tâifesinin başkanı, dünyanın ve âlemin manevî yöneticisi olduğu kabul edilen en büyük velî anlamındadır. “Kutbiyyet” ise onun bulunduğu makama verilen isimdir. Ayrıca kutbun yönetimi altında bulunan çeşitli veli gruplarının her birinin başkanına da kutub adı verilir. Bu nedenle birinci anlamdaki kutbu diğerlerinden ayırmak için ona “kutbu’l-aktâb” denilmiştir. Aslında kutub kavramının anlam çerçevesi daha geniştir. Nitekim bir beldenin adamına o beldenin kutbu, herhangi bir makamda zamanında şöhret bulup tek kalmış herhangi bir şahsa kutub veya bir cemaatin şeyhine o cemaatin kutbu denilmiştir. Ancak ıstılahî anlamda kutub ismini sadece bir kişi alır. Aynı zamanda bu kişiye “gavs” adı da verilmektedir. Kutbu’l-aktâbın kutubluğu, bütün kutubların kutubluklarını içine alır. Zîrâ esâsında kutubluk birdir; ancak farklı sûretlerde zuhûr eder.  “Kutbu’l-aktâb çeşitli işlevleri itibariyle kutb-i âlem, kutb-i cihân, kutb-i ekber, kutb-i irşâd, halîfe, kutb-i zaman, kutb-i vakt, vâhid-i zaman, sâhib-i vakt, hicâb-ı a’lâ, mir’ât-ı Hak, kutb-i medâr ve gavs adını alır.” İbnü’l-Arabî (ö.638/1240)’ye göre kutub, asâleten veya vekâleten hal ve makamları kendisinde toplayan kimsedir. Kutub, dairenin merkezi, çevresi ve Hakkın aynasıdır. Âlemin etrafında döndüğü bir eksendir. O, sufi ıstılahlarını açıkladığı risalesinde ise kutub veya gavsı; “Bütün zamanlarda âlemde Allah’ın nazarının yeri olan tek kimsedir. O, İsrafil (a.s.)’in kalbi üzerindedir” diye tarif etmektedir. Seyyid Muhammed Emin İbn Âbidin (ö.1258/1836)’e göre, kutub, mutasavvıfların ıstılahında bâtın halifesidir ve kendi döneminde yaşayan insanların efendisidir. Bütün makamları ve halleri kendisinde topladığı ve bütün bu makamların ve hallerin onun etrafında dönmesi nedeniyle kutub diye isimlendirilmiştir ki ismi, değirmen taşına yerleştirilen ve taşların onun etrafında döndüğü demir kutubtan (iğden) alınmıştır. (Ahmet Atlı, İbnü’l-Arabî’nin “Kutub” Kavramı İle İlgili Görüşleri, Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 1,1 (2012/1), ss. 11-31, s. 13-14)

İrişse kuds-ı enfâsın dil-i mevtayı sağ eyler

Fahîm’e rahm kıl şâhım kamu dertliye merhemsin

(Senin yüce nefesin kime erişse; Hz. Îsâ’nın dirilten, can bahşeden nefesleri gibi ölüleri dirilttiği gibi; ölmüş kalpleri, gönülleri diriltir. Bu Fahîm’e de acı, ona merhamet eyle.  Çünkü sen bütün dertlilere merhem sunan yüce bir şâhsın.)

Nefes kelimesini ilk sûfîler, “sâlikin ilâhî aşk ateşiyle yanıp tutuşan kalbinin bu ateşin hafiflemesi neticesinde rahatlığa kavuşması” anlamında kullanmışlardır. Kuşeyrî bu hali “gönlün gaybdan gelen lutuflarla rahatlaması” şeklinde tanımlamıştır. Bu âşığın mâşukla, sâlikin Hak’la ünsiyet halidir. Allah, Tûr’da dağa tecelli edince kendinden geçen Mûsâ’nın “sübhâneke” diyerek (el-A‘râf 7/143) ayılıp rahatlaması bu hale örnek olarak zikredilir. Herevî sâlikin bu hali yaşamasını setr, tecelli ve temaşa halleriyle ilgili görmüştür. Çünkü bu üç hal sürekli ve şiddetli olursa sâliki sıkar ve sâlik bu halden kurtulup rahatlamaya (teneffüs) ihtiyaç duyar. Vaktini değerlendiren (sâhibü’l-vakt) ve hal sahibi olan sâlikler de rahatlamaya ihtiyaç duyan sâlikler gibidir. Ancak birincisi henüz müptedidir, nefes sahibi müntehî, hal sahibi sâlik ise bu ikisinin arasında bir mertebededir.

Sonraki dönemlerde nefes kelimesi zikirle bağlantılı olarak ele alınmış, sûfînin alıp verdiği nefesleri denetim altında tutması ve her ânı değerlendirmesi önemli bir tasavvufî uygulama sayılmıştır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin bir nefesten diğerine zikirsiz geçmeyi kaybolmuş bir zaman olarak görmesi bu önemi vurgulamaktadır. Süleyman Çelebi’nin, “Her nefeste Allah adın de müdam” mısraı da bu anlayışı yansıtmaktadır. Allah ile huzur halinde iken alıp verilen nefeslerin sayılmasını sûfîler en faziletli amel diye kabul etmiştir. Hâcegân tarikatı ilkelerinden “hûş der-dem” “sâlikin nefesini bilinçli olarak alıp vermesi, nefesini gafletten koruyup Hakk’ın huzurunda bulunduğunun idraki içinde olması” anlamına gelir.

Tasavvufta velîlerin nefesinde insanları etkileyen mânevî bir kuvvetin bulunduğuna inanılır ve onların nefesine “enfâs-ı şerefe, enfâs-ı tayyibe, enfâs-ı kudsiyye, nefes-i rahmânî, nefes-i hakkānî” gibi isimler verilir. Mânen ölmüş olanları tekrar hayata kavuşturduğu için böyle tesirli nefese Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltmesine telmihen “dem-i Îsâ” denir, buna sahip evliya da “Îsî-nefes” olarak nitelenir. Ölüleri dirilten bu nefes İsrâfil’in sûra üflediği nefese de benzetilir. Halk arasında nefes etmek deyimi “şifa bulması için hastaya dua etmek”, nefesi sinmek ise “duanın etkisinin görülmesi” anlamına gelir. Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e üflediği nefha ile (el-Hicr 15/29; Sâd 38/72) bu diriltici nefes arasında ilişki kuranlar da vardır. Velînin nefes bağışlaması “sâlike himmet ve dua etmesi” demektir. Nefes kelimesiyle “üflemek” anlamındaki “nefs” arasında bir anlam yakınlığı vardır. Hz. Peygamber’in Felak ve Nâs sûrelerini okuyup üflediği rivayet edilir. Hadiste, “Rûhulkudüs kalbime üfledi” şeklinde bir ifade geçtiğinden nefes (üfleme) vahiy türlerinden biri sayılmıştır. Gazzâlî bu anlamdaki nefesi ilham olarak kabul eder.  (Süleyman Uludağ, “Nefes”, TDV İslâm Ansiklopedisi,  2006, C. 32, ss. 522-523.)