Prof. Dr. Kadir Özköse


Şeb-İ Arus Anlayışına Öncülük Eden Zahid


 

Şeb-i arûs anlayışına öncülük eden zahid şahsiyet Dâvûd-i Tâî’dir (ö. 165/781). Dâvûd-i Tâî’nin asıl adı Davud bin Nusayr, künyesi Ebû Süleyman, nisbesi et-Tâî’dir. Aslen Horasanlı ve Kûfe doğumludur. Abbâsî halifesi Mehdî devri (775-785) zahidlerinden birisidir. Bağdat’a gelerek İmam-ı Azam’ın (ö. 150/767) talabeleri arasına katılmıştır. Habib-i Acemî’den (ö. 130/747) feyiz almıştır. Fudayl b. Iyâd (ö. 187/802) ve İbrahim b. Edhem’le (ö. 161/777) çağdaştır.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin yanında gerçekleştirdiği fıkıh tahsilinden sonra Kûfe’ye dönmüş, zühd, takvâ ve verâ yolunu seçerek uzleti seçmiştir. Tebe-i tabiin neslinden biri olan Dâvud-ı Tâî, tâbiinden Abdülmelik b. Umeyr, Habib b. Ebi Amre, Hamid et Tavrîl, İsmail bin Ebî Halid gibi zevattan hadis rivayet etmiştir.

Dâvud-ı Tâî, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin meclislerine devam ederken, İmam-ı Azam kendisine; “Ey Dâvud, biz âlet ve edevâtı/şer’î ilimleri muhkem hâle getirdik.” der. Dâvud-ı Tâî; “Geriye ne kaldı?” diye sorunca Ebu Hanife; “Onunla amel etmek kaldı.” cevabını verir. Ebû Hanife’nin bu ikazı Dâvud-ı Tâî’nin üzerinde derin tesirler oluşturur. O tavsiye üzerine kulluğunda daha titiz olmaya çalışır, dünyevî makamların sevinciyle değil Hak katında itibar kazanmanın derdiyle ömür sürmeye başlar.

İmam-ı Azam’ın tavsiyesi sonrasında arayışa giren ve Habîb-i Raî’den (ö130/748) etkilenip zühd yoluna girer. Zühd yoluna girdikten sonra Davud-Tâî’nin kitaplarını Fırat ırmağına attığı rivayet edilmektedir. Kitaplarını nehre atması, onun ilim ve kitap düşmanlığını değil, sembolik bir ifadeyle kitabın, satırların, hazmedilmemiş bilginin ötesindeki hakikat arama yolculuğuna yapılan bir vurgudur. Hakikat yolculuğunu gerçekleştirme çabası içerisinde olan sâlik için ilim önemi menzillerden biridir.  Fakat ilim asıl gaye değildir. İlmin gaye edinilmesi hakikat telakkisinde nakıslıktır. Dâvud-ı Tâî de İmam-ı Azam’ın öğrencisi olarak kemal kesbettiği zahir ilmin yanında ilm-i batın serüvenini de tamama erdirmeyi hedeflemiştir. İlm-i batında hakikat satırlar ve kitaplardan öte südûr ve mücahede yoluyla elde edilir.

Zamanının en fasih konuşanlarından, Arapçayı en iyi bilenlerden, fıkıh ve re’y sahasında imamların önde gelenlerinden biri olan, zühd ve ibadet hayatını tercih eden Davud-ı Tâî,  gündelik hayatın beyhude koşuşturmaları ve dünyevî işlerin asıl maksattan alıkoyan sıradan işlerini bir tarafa bırakarak ilahi rızayı elde etmek uğrunda planlı ve titiz bir hayat sürmeye başlar. Tefekkür, tezekkür ve niyaz haline koyulur. Sûfîlerin muhakkiklerinden biri haline gelir. Âlim ve fakih kisvesinden çok sûfî ve zahid kimliği ile temayüz etmeye başlar. Tabiinden birçok kişiyle görüşür. Tanıştığı kimseler arasında Fudayl b.İyaz (ö. 187/802), Cafer-i Sâdık (ö.  156/766) ve İbrahim b. Edhem (ö. 161/777) gibi ünlü simalar vardır. Fudayl b. İyaz onun hakkında; “Eğer Davud et-Tâî asr-ı saadette yaşasaydı muhtemelen Kur’ân onun zühd ve takvâsından bahsederdi.” demiştir. Râbiatu’l-Adeviyye gibi Dâvud Tâî de bekâr zâhidlerdendir. Dâvud-ı Tâî vefat ettiği gün salih zâtlardan biri onu rüyada, koşar vaziyette görür ve ne oldu? diye sorar. Dâvud-ı Tâî de, “Şimdi zindandan kurtuldum” diye cevap verir. Adam uykudan uyanınca, Dâvud-ı Tâî’nin vefatını ilân eden halkın feryadının yükseldiğini duyar.

Dâvud-ı Tâî’nin galip hâli hüzün idi. Geceleri niyazda bulunurdu. “İlâhî, senin derdin benden öbür dertleri sildi süpürdü, uykumla arama girdi.” derdi. Her an musibetlere maruz kalan kişileri teselli edecek tek çarenin ilahi lütuf olduğunu söylerdi. Kişinin duyduğu hüznün yeme içmesine, havfın ise günah işlemesine engel olacağını ifade ederdi.

Dâvud-ı Tâî, az yemek, az konuşmak, az uyumak, Allah korkusu ve ahiret kaygısıyla ağlamak gibi tasavvufî kaygıların yegâne temsilcisidir. Mecâzî bir ifadeyle söylenildiği gibi, yirmi yıl boyunca evinin tavanına bile bakmayacak şekilde kendi iç dünyasıyla meşgul olmuştur. Birine iyi dilekte bulunurken, “ölüm bayramın olsun” ifadesini kullanması ve ölümü zindandan kurtuluş olarak görmesi, o dönem zühd hayatının karakteristik özelliğini yansıtmaktadır. Ölüm hakkındaki bu iyimser anlayış daha sonraki dönemlerde şeb-i arusa dönüşmüştür. Kabrinin ıssız bir yerde yapılmasını vasiyet eden ve böylece dünyadaki halvetinin orada da devam etmesini isteyen Dâvud-ı Tâî ibadete büyük önem vermekle birlikte kişinin ibadetini kusursuz görmemesi ve ibadetlerine güvenmemesini söylerdi. Adamın biri; “Bana nasihat et”, talebinde bulunduğunda, Dâvud-ı Tâî ona; “Ölüm askeri seni öldürmek için beklemekte” deyip ölümden öte nasihatçının olamayacağını belirtmektedir. Benzer şekilde Ebû Rebi’ el-Vâsitî de; “Bana nasihat et” dediğinde Dâvud Tâî; “Dünyadan faydalanmamak sûretiyle oruç tut, iftarın ölüm olsun, yırtıcı hayvanlardan kaçtığın gibi, insanlardan firar et” tavsiyesinde bulunmuştur.

İrşat ve nasihatleri ile yaşadığı toplumun öncü şahsiyetlerinden olan Dâvud-ı Tâî’ye sevenlerinden biri; “Ey Eba Süleyman! Uzun zamandan beri seni görmek hususunda nefsimle mücadele ediyordum.” deyince, Dâvud-ı Tâî; “Zararı yok. Bedenler sakin ve kalpler itminan halinde oldu mu bir araya gelmek kolaylaşır.”cevabını vermiş ve manevî beraberliğin önemine dikkat çekmiştir.

Gece yaptığı duada Dâvud Tâî; “İlâhî, senin derdi beni dünyevî dertlerden âzat kılıyor ve uykumla arama giriyor” derdi. Bu dua onun hasretini yansıtıp dertli bir ömür sürüşünü hatırlatmaktadır.