Musa Tektaş


BASÎRET SAHİPLERİNİN ŞEYH HAMİD-İ VELÎ’Yİ İKRÂRI

BASÎRET SAHİPLERİNİN ŞEYH HAMİD-İ VELÎ’Yİ İKRÂRI


Şeyh Hamid-i Veli hazretlerinin manevi vasıflarını zikreden Kemal Ümmî’nin mersiyesinin 21-25. beyitlerini yazımızın bu bölümünde açıklamaya çalışacağız: 

21. Mübassırlar o dil-dârı görüben kıldı ikrârı

      Meğer kim şekk ü inkârı ana key bî-basar kıldı

(Basîret nazarıyla bakanlar o gönül alıcı manevi sultanı görünce Hakka imanda ve maneviyata ikrarda bulundular. Böyle bakmayanlar da şüphe şikâyet ve inkâra düştüklerinden gerçekleri görmediler. Şeyh Hamid-i Veli de basîret sahibi olarak Allah’ın nuruyla baktı, eşyanın hakikatini gördü, şüphe inkâr ve kötülüklere gözlerini kapadı. ) 

"Basîret" kelimesi sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, görme duyusu, sağduyu, şahit, delil, anlayış" gibi anlamlara gelmektedir. "Basîret" terim olarak, ilâhi nurla aydınlanmış kalbin hakikatleri görme kabiliyeti olarak tanımlanır. Bedendeki göz eşyanın suretini görür; kalp de eşyanın hakikatini, iç yüzünü görür. Filozoflar bunu "nazarî akıl" olarak isimlendirmiştir. Tasavvuf âlimleri bu gücü "kalp gözü" olarak ifade etmişlerdir. Basîret kalbin nurudur. Kalp bu nur vesilesiyle hakikati görmektedir.

İnsanın maddî hayatının merkezî organı olan kalp, onun manevî hayatına da yön veren bir kaynaktır. Kalp imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin kısaca bütün duyguların merkezidir. İslam düşüncesinde kalp, bütün vücuda yön veren bir merkez olarak kabul edilir. Her ne kadar kalp denilince ilk bakışta kanı toplayıp bütün vücuda pompalayan organ akla gelse de Kur'ân ve hadislerde kalbin şuur, vicdan, idrak, akıl ve irade gücünün merkezi olduğuna vurgu yapılır. Kin, öfke, nefret gibi olumsuz duygular kalpte bulunduğu gibi iman, Allah korkusu ve takva gibi olumlu duygular da kalbe isnad edilir. Kalp kötülüklere karşı mücadelenin verildiği yerdir. İnançsızlık ve günahlar insanı manevi güzelliklerden feyiz alamayacak şekilde nefsin ve şeytanın oyuncağı haline getirebilmektedir. Bu durum kalbin akıl, basîret yetisini kaybetmesine yol açar. Öyleyse doğru inanca sahip olmak, "basîret" yetisini korumak manevi güzellikleri elde etmek için oldukça önemlidir.

İbn Kayyîm basîretin, Cenâb-ı Hakk'ın, inanan insanın gönlüne yerleştirdiği nur olduğunu ifade etmiştir. Kişi, Peygamber'in getirdiği vahyin hakikati yansıttığını bu nur vesilesiyle idrak eder. Böylece kuşkudan, şaşkınlıktan kurtulur. Basîret sahibi istikbalinden endişe duymaz. Çünkü istikbale dair tedbirleri noksansız almıştır. Dünyadaki hadiselerin yerli yerince meydana geldiğine inanır. Gönlünden marifet fışkırır. Tasavvuf ilminde basîret, Hakk'ın nuru vesilesiyle görme olarak da tanımlanır. (Büşra Acaroğlu, Kur'ân'da "Basîret" Kavramı, Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 2020, s. 1-167.)

Hadis-i şeriflerde basîret, hakikati görme ve kavrama manasında kullanılmaktadır. Basîretin rûhî bir yeti olduğunu gösteren başka bir rivayet ise Hz. Peygamber’in, gözleri uyusa dahi kalbinin hep uyanık olduğunu bildirmesidir.  Bir gün Hz. Peygamber, vitir namazını kılmadan uyumuş ve Hz. Aişe (r.a.) kendisine “Ey Allah’ın Resûlü, vitir namazını kılmadan mı uyuyorsun?” şeklinde bir anımsatmada bulunması üzerine “Gözlerim uyur ancak kalbim uyumaz.” buyurmuştur. Allah Rasûlü’nün “kalbim uyumaz” ifadesini kullanmasına sebep olan soru, rivayetin sebeb-i vürudu dikkate alındığında, Hz. Peygamber, bu sözü biraz dinlendikten sonra kalkacağını, tam uykuya geçmeden kontrollü bir dinlenme içinde yattığını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bir müddet dinlendikten sonra teheccüd ve vitir namazı için kalkacaktır. Hadisinin yorumunda, ruhî bir meleke olarak basîretin, temiz ve bilge olanlarda en güçlü şekilde tezâhür ettiği, sadık rüyanın da bu melekeye dayandığı belirtilmiştir. Hadis şârihleri bu rivayeti şu şekilde açıklamışlardır: Göz güneşin doğuşu gibi maddi olayları idrâk eder; kalp ise, abdest, lezzet, acı gibi hissî duygularla alakadar olur. (Hatice Erdoğan, İslâm Düşüncesinde Basîret ve Firâset Kavramlarının Din Psikolojisi Açısından İncelenmesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2019, s.22)

22. Şuna kim Hak fehim virmez bu sırra hiç 'aklı irmez

       İşitmez Hakk'ı vü görmez kimi kim kör ü ker kıldı 

(Allah bazı kimselere anlamaya kavrama kabiliyeti vermeyince, o gafillerin bu manevi sırlara aklı ermez. Onlar hakkı duymaz, görmezler. Böyle olunca da kimi gözü olsa da kör, kulağı olsa da sağır kılındı.)

Basîretin aksi, manevî körlük veya dalâlet olarak belirtilmiştir. Basîret tecellisinden nasibi olmayanların gözlerinde bir perde vardır. Onlar hakikati göremezler. Kalplerinde de bir mühür vardır. Sureti gördükleri için sîreti göremezler. Kur’an’da bu husus şöyle zikredilir: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara 2/7) Gözlerinde perde olanlar hakikati görmekten mahrum kalırlar: “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.” (Yâsîn 36/9) O halde, bu ayet ışığında, nasibi olmayanların mana gözleri perdeli yani kördür. 

Basîret gözünün açıklığı da Allah’ın kula tahsis ettiği bir lütuftur. Kur’ân-ı Kerîm’de; insanın hırs, kin ve nefret gibi olumsuz duygu ve inançlara sahip olduğu zaman, sağır, dilsiz ve kör olduğu zikredilir: “Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (Bakara 2/18) Bir başka ayette ise kalpleri olmasına rağmen idrak etmeyen, görmeyen ve duymayan insanların hayvandan da aşağı olduğu ifade edilir: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’râf 7/179) Manevî gözleri kapalı olanlar Kur’ân-ı Kerîm’de bakar körler olarak nitelenmiştir: Eğer onları, doğru yola çağırırsanız işitmezler. Sen onların sana baktıklarını görürsün, hâlbuki onlar görmezler. (A’râf 7/198) Kur’an, Allah’a karşı gelen kimseleri kör, müminleri ise akıl sahibi yani basîret sahibi kimseler olarak zikretmiştir.

Basîret sahibi olan müminler, nefislerini günahlarla kirletmedikleri ve arzularının peşinden koşmadıkları için maddî ve manevî hakikatleri görür ve ona göre hareket ederler. Bu bağlamda inkârcılar, nefsinin arzu ve isteklerine boyun eğmiş kişilerdir. Bu kişiler sadece maddî dünyayı görür, işitir ve konuşur. Ona mana âleminin kapıları kapalıdır, çünkü bir şeyin iç yüzünü idrak ettiren gözü kördür. Kalbi kör, sağır, bakar kör ve perdeli olanlar, Allah’ın ayetlerini ve buyruklarını göremez, onları idrak edemez. Tıpkı hayvanlar gibi sadece ihtiyaçlarının peşinde koşarak ömürlerini tüketir. Yani Allah’ın ayetlerini idrak edenler basîret sahibi, göremeyenler ise manevî körlerdir. (Banu Büyükçıngıl, Osman Kemâlî’nin Şiirlerinde Basîret Anlayışı, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul,  2018, s. 30-32.)

 

23. Tutuban Hâlik'a yüzin Resûl'ün izledi izin

       'Amel bâğında kend'ozin dirahtına semer kıldı

(Yüce yaratana yüzünü/yönünü çevirip, her iş ve amelinde Rasulullah (s.a.v.)’ın izini izledi, sünnetine uygun hareket etti. Amel bahçesinde öyle meyve veren ağaçlar yetiştirdi ki, bol bereketli, meyveler semereler aldı.)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Yüce Rabbimizin insanlığa gönderdiği en son elçidir. Onun nübüvveti, bütün bir insanlık için karanlıklardan aydınlığa, zulmetten nura geçişin iftihar vesilesi olmuştur. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) doğumu, içinde yaşadığımız dünyanın akışını değiştirmiş ve onun tebliğine kulak veren herkes hayatını yeniden tanzim etme, kendini yeniden inşa etme ve bundan sonraki gidişatında istikamet sahibi olma konusunda sağlam bir dayanağa kavuşmanın ayrıcalığını yaşamıştır. Onun rahmet yüklü mesajları ve hikmet yüklü ahlâkî örnekliği bütün insanlık için umut vaad etmeye devam etmektedir. Bu, kıyamete kadar da kesilmeksizin devam edecektir. Yüce Allah’ın son peygamberine ümmet olmak, pek tabiidir ki sadece onun varlığından ve doğumundan haberdar olmakla sınırlı değildir. Ona tabi olmak, hemen her vesileyle kendimizi onun sünnetine ittiba ederek gözden geçirmeyi, hayatımızdaki eksiklikleri telâfi etmeyi ve yine onun çizdiği yol haritasına bağlı kalarak kendimizi inşa etmeyi zorunlu kılar. Kısaca, peygamberin yolunu takip etmek, izini izlemek ve onu örnek almak, onun sağlığında ashabına takdim ettiği değer ve ölçüleri zaman ve mekân sınırlarının ötesine taşıyarak kendi dünyamıza katmak ve onun şaşmaz rehberliğine sımsıkı sarılmaktır. Bu, insanlık için en hayırlı ümmet olma şerefine nail olmanın da yegâne yoludur. (Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, DİB Yayınları, Ankara, 2019, s.7-8) 

 

Allah Resûlü (s.a.v) öğretmek istediği şeyleri, yani tâlime konu olan meseleleri bizzat yaşayarak hayatı ile göstererek öğretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) böyle yaparak hem meselenin karşı tarafta daha iyi anlaşılmasını sağlamış hem de sonradan ortaya çıkması muhtemel olan ihtilafların çözüm yollarına işaret etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) tatbik sahasında ortaya koyduğu örnekler oldukça fazladır. Biz burada sadece iki örnek vermek istiyoruz. Bu örneklerden ilki abdestin nasıl alınacağı yönündeki rivayettir. Malumunuz, Kur’ân-ı Kerim abdestin nasıl alınacağına dair açık bir beyanda bulunur. Ancak bu ayete rağmen, sahâbe yine de Hz. Peygamber’in (s.a.v) rehberliğine ihtiyaç duyarlardı. Amr b. Şuayb’ın dedesinden rivayet ettiğine göre; “Adamın biri geldi ve: ‘Ya Resûlullah! Abdest nasıl alınır?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ona abdestin nasıl alınacağını anlatabilirdi, ama anlatmadı. Bir kap su istedi; kollarını yukarıya doğru sıvazladı ve ‘beni izle’ diyerek, güzelce bir abdest aldı. Bitirince o adama döndü ve dedi ki: “İşte abdest böyle alınır. Bundan eksik ya da fazla yaparsan yanlış yapmış olursun.” Hz. Peygamber’in (s.a.v) abdest konusundaki bu tatbikinden hem orada bulunan sahâbîler, hem de soru sahibi olan sahâbî oldukça istifade etmiştir. Fiili uygulama akıllarda daha iyi yer tuttuğu için, Peygamber Efendimiz (s.a.v), özellikle bu yöntemi tercih etmiştir. İkinci örneğimize gelince; bu örneğimizi, namaz vakitleri konusundan vereceğiz. Süleyman b. Bürde babasından naklettiğine göre, adamın biri Hz. Peygamber’e (s.a.v) geldi ve beş vakit namazın zamanlarını sordu. Allah Resulü (s.a.v) o zata vakitleri tek tek anlatabilirdi, ama öyle yapmadı; Cebrail’den öğrendiği gibi yapmak istedi. Adama dedi ki: “İki gününü bizim yanımızda geçir, namaz vakitlerini iyice öğrenirsin.” Adam da “tamam” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ilk gün beş vakit namazı ilk vakitlerinde kıldırdı. İkinci gün beş vakit namazı en son vakitlerinde kıldırdı. İkinci gün yatsı namazını son vaktinde kıldırınca Peygamber Efendimiz (s.a.v) cemaatine döndü ve dedi ki: “Namaz vakitlerini öğrenmek isteyen şahıs burada mı?” O şahıs hemen öne atıldı: “Evet Ya Resûlullah! Buradayım” dedi. Rasûl-i zîşan Efendimiz (s.a.v) o şahsa dedi ki: “İşte namaz vakitleri gördüğün vakitlerdir; namaz bu vakitler arasından kılınır?” Adam büyük bir memnuniyet içerisinde: “Anladım Ya Resûlullah!” dedi. İşte verdiğimiz bu iki örnek ve burada aktaramadığımız pekçok örnek bize Peygamberimiz’in (s.a.v) tâlim görevini bizzat tatbik ederek nasıl uyguladığına dair ipuçları vermektedir. (M. Yıldırım, Hz. Peygamber’in (s.a.v) Eğitim Metotlarından ‘Tâlim’ Kavramı Üzerine Bir Değerlendirme, s.157-158)

 

24. Başında tâc idüp ‘ahdi giyüben hırka’-i cehdi

       Ridâ’-i hizmet ü zühdi belinde hem kemer kıldı

( Allah’a ruhlar âleminde verdiği ahde sadık kalarak, “kalu belâ” sözünü başına tâc etti, mücahede hırkasını giydi. Allah için bütün insanlara hizmeti kuşandı ve zühd kemerini beline bağladı.)

Lügatte “sağlam ve muhkem olmak” anlamına gelen “ve-sâ-ka” ya da “güvenmek, itimat etmek” manasındaki “si-ka/vüsûk” kökünden türemiş bir isim olan mîsâk kelimesi “antlaşma ya da kuvvetli ahid” anlamlarına gelmektedir. Farsça da “Bezm-i Elest” olarak ifade edilen kavram “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitabına ruhların “Belâ!” cevabını verdikleri meclisi ifade etmek için kullanılmıştır. Tarafların birinin Allah ve diğerinin insan olduğu bu sözleşmeye “Misak”, “Ahid”, “Bezm-i Elest”, “Kâlû Belâ”, “Rûz-i Elest”, “Bezm-i Ezel” de denmiştir. Misak nazariyesine temel olan ayetin meali şöyledir: “Hani Rabb’in Âdemoğullarından, onların sırtlarından (sulblerinden) zürriyetlerini çıkarıp kendilerine karşı şahit tutmuş ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet, (Rabb’imizsin), şahit olduk.’ demişlerdi. (İşte bu şahitlendirme) kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” Ehl-i sünnet âlimlerinin, sahabenin ve tâbiînin cumhuruna göre bu misak fiziksel olarak Hz. Âdem’in sırtından zürriyetinin çıkarılıp onlara ruh verilerek belli bir zaman ve zeminde fiilen gerçekleşmiştir. Bir kısım âlimler de bu misakın bedenler olmadan gerçekleştiği görüşündedir. Yukarıdaki âyeti temel alan ve “misak nazariyesi” olarak adlandırılan bu görüşe göre, insanın temel hedefi ahde sadık kalmaktır. Bu ise ancak bedene ruhu hâkim kılmak ve nefsi kötü huylardan temizleyerek verilen sözün unutulmasına mâni olmakla mümkün olur. İlk mutasavvıflar bu görüşten yer yer bahsetmişlerdir. Örneğin Ebû Saîd el-Harrâz, fenâ tecrübesini yaşayabileceklerin ancak misakı hatırlayanlar olduğuna işaret etmiştir. Bu sebeple insan ruhu ile tevhid bilgisi arasında doğrudan bir bağ olduğu görüşünü serdetmiştir. Ancak yaradılıştan sonra insan ruhu nefs ve tab’ ile imtizaç ettiğinden hakîkî tevhidden perdelenmiş ve elest bezminde Hakk’a verdiği sözü unutmuştur. Misak nazariyesini kavramsal düzeyde ele alan ve sistemleştiren ilk sûfî Cüneyd-i Bağdâdî’dir. O’nun tevhid ilkesinin temelinde bu görüş vardır. Ona göre muvahhidin varacağı son merhale, ilk misaktaki konumudur. Sûfînin varacağı bu son nokta aslında dünyaya gelmezden önce bulunduğu ilk noktadır. Çünkü orada henüz hiçbir beşerî özelliği yoktur. Ancak Rableri ile yaptıkları bu ahidde bir şuur vardır. (Gökhan Özbek, Elest Bezminde Verilen Mîsaka Sâdık Kalmak, Somuncu Baba Dergisi, Sayı: 247, Mayıs 2021, s. 76.) 

 Bezm-i elest dinî-tasavvufî edebiyatta bazan yalnızca “elest” şeklinde geçer ve “bezm-i ezel” olarak da bilinir. Bezm-i elest terkibi kelime oyunları, edebî sanatlar, vezin ve kafiye endişesi vb. sebeplerle şiirde “bezm-i cân”, “kalû belâ” gibi çeşitli tamlama ve tabirler halinde de kullanılmıştır. Allah ile ruhlar arasındaki en eski meclisi ifade eden bu terkibin yerine “belâ ahdi” (belî ahdi) şeklinin kullanıldığına da rastlanır. Klasik Şark-İslâm edebiyatlarındaki yaygın anlayışa göre âşıklar sevgililerine elest bezminde âşık olmuşlardır. Elest günündeki ruhlar meclisinde âşık uyanık olduğunu, sevgilisini ilk defa orada gördüğünü ve görür görmez hemen âşık olduğunu söyler. Bu aşkın o günden beri sürüp geldiğini, aşk şarabının kendisine o gün içirildiğini ve cömertliğin o gün takdir edildiğini belirten âşık, sevgilinin en büyük âşığının da kendisi olduğunu ima eder. Âşığın elest günündeki uyanıklığı mecazidir, aslında âşık sevgilinin güzelliği karşısında sarhoş ve sergerdândır. Bu hal o günden beri devam ettiğinden âşığın olup bitenlerden haberi yoktur ve haberdar olmayı da istemez. Çünkü o gün herkes söz vermiş ve yemin etmiştir. Sevgilinin aşkına sadık kalacağına dair söz veren âşık da bunu yerine getirmek mecburiyetindedir. (İskender Pala, Bezm-i Elest Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi,  Cilt: 6, s.108.)

25. Koyuben bahs-i akvâli kazandı hayr-ı ef’âli

       Melekler gibi a'mâli cihanda ol beşer kıldı

(Sadece söz ile hareket etmeyi bıraktı, esas söylediklerini yaparak fiili güzellikleri işledi. Hayır fillerde bulundu. Melekler gibi oldu, Allah’a ibadette melekler gibiydi. O bir insandı ama melek tabiatlıydı.)

Tasavvufi eğitimde, nefs, insanın olumsuz duygu, düşünce ve davranışlarının merkezi olarak görülmektedir. Bunun için yeme, uyku ve konuşma gibi konularda kişiyi disiplin altına almaya yönelik eğitimler bedeni ihtiyaçları kısıtlama (riyazet) yöntemiyle gerçekleştirilmeye çalışılır. Riyâzet kavaramı, eğitmek, ıslah etmek, terbiye etmek, idman etmek gibi anlamlar gelir. İslam eğitim anlayışında insan davranışlarının ilk aşamada yöneten ve iyi ve kötü birbirine zıt dürtülerin bir arada bulunduğu merkeze nefis denilmiştir. Tasavvuf geleneğinde ise nefis, tüm dini ahlaki günahların, küçük büyük hataların ve olumsuz beşerî niteliklerin kaynağıdır. Tasavvufî eğitimini benimseyen kişinin başlıca sorumluluğu nefsin heva ve heveslerini kontrol altına almaktır. Bunu sağlamanın temel yöntemlerinden veya tekniklerinden biri de ilk asırlardan itibaren oruç ve uykusuzluk olarak kabul edilmiştir. Bununla kastedilen ise genellikle az yemek-içmek, az uyumak ve az konuşmaktır. Dolayısıyla kişi, insanın temel bedeni ihtiyaçlarını kısıtlayarak ve disipline ederek bedeni, zihni ve ruhî olgunlaşmaya çalışmaktadır. Tasavvufta, az yiyerek ya da belli müddet aç kalarak, az uyuyarak ve uykuyu belli bir düzene koyarak, olabildiğince az konuşarak, mümkün mertebe yalnız kalarak, devamlı Allah’ı zikir ve düşünce halinde olmak suretiyle nefsin hedeflenen kıvama ulaşılacağına inanılır. Nefis terbiyesi de denilen bir süreçte nefsin kötülüğe sevk edici arzularının ıslah edilmesi, değiştirilmesi ve tamamen ortada kaldırılması söz konusudur. Bunun için insanın bedeni aç, susuz, uykusuz bırakılır, ağır ve zor işlere koşulur ve bunlarla birlikte zihin ve kalp tefekkürle Allah’ın üzerinde yoğunlaştırılır. Bu nefsi istekleri kısıtlama ve disipline etme (riyazet) yöntem ve teknikleri belli bir müddet yalnız kalma (çile), yolculuk (seyahat/sefer), sosyal izolasyon (uzlet) gibi yöntemlerinin uygulanışında da kullanılmaktadır. Sufi, Allah’a vasıl olmak ve ilahi hakikate ulaşabilmek amacıyla az yeme-içme, az uyuma v az konuşma yöntem veya teknikleri (riyazetleri) ile nefsani arzularının bilinç, kalp ve ruhunun üzerindeki olumsuz etkileri izale etmeye çalışır. Bu manada sufi, az yiyerek, az uyuyarak, bazen devamlı oruç tutarak şuurunu meşgul edebilecek fizyolojik perhizlere (riyazetlere) başvurur. Bu bedeni riyazetler, zikir ve tefekkür gibi zihni ve kalbi tekniklerine (riyazetlere) de zemin hazırlamaktadır. (Kasım Kocaman, Tasavvufî Eğitimde Kullanılan Özeleğitim Yöntemleri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 13 Sayı: 70 Nisan 2020, s.1166-1167.)

Kur’ân ve hadislerde kaydedildiğine göre, melekler, latîf cisimli, nûrâni yapılı, muhtelif şekillere girebilen rûhânî, varlıklar olup, Allah’a ibâdet ve itâatle meşgul olurlar. O’nun emrinden dışarı çıkamazlar. Erkeklik ve dişilikleri olmayıp, yemezler, içmezler, uyumazlar, bedenî arzulardan uzak, nefsânî istekleri bulunmayan kanatlı varlıklardır. Onlar, ruhlar gibi ayrı bir âlem ve boyutta kendilerine özgü şartların yaratıklarıdır.

Melekler Allah’a ibâdet ederler, isyan etmez ve asla O’nun emrine itâatten çıkmazlar. Hangi iş için yaratılmışlarsa onu yaparlar. Sürekli Allah’a ibâdet ve itâatle meşgul olurlar ve O’nu tesbih ederler. Kur’ân bu hususu şöyle ifade etmiştir: “Onun katındakiler O’na ibâdet etmekten büyüklenmezler ve yorulmazlar. Gece ve gündüz usanmadan O’nu tesbih ederler.” (Enbiyâ, 21/19,20. ) “Onlar, üstlerindeki Rab’lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar.”(Nahl, 16/50. ) “Onlar, Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler, neye memur edilirlerse onu yerine getirirler.” (Tahrim, 66/6.) Hz. Peygamber (s.a.v.) de hadislerinde meleklerin Allah’a itaat edip asla O’nun emrinden çıkmadıklarını haber vermiştir.  Buna göre, meleklerin günah işlediklerini anlatan israiliyat türünden rivayetlere itibar edilmemesi gerekmektedir.

Melekler yemezler, içmezler uyumazlar, cehâlet ve unutma gibi özelliklerden uzaktırlar. Yorulmak usanmak, yaşlılık ve gençlik gibi insanlara mahsus özellikleri yoktur. Onlar gece ve gündüz devamlı Rablarına ibâdet ve itâatte bulunurlar. (Ali Çolak, Melek İnancının Kur’ân ve Hadis Temelleri, s. 37-41.)