Musa Tektaş


Yemenicilik ve kunduracılık


Geçmişten bugüne Yemenicilik ve kunduracılık

Yemeni (Postal Ayakkabı) tamamıyla deriden yapılan kullanışlı ve sıhhatli bir ayakkabıdır.  Bugün de ustalara özellikle çevre köylerden yemeni yaptırma talebi geldiğini duyuyoruz. Ancak yemeni yapmak zahmetli bir iş olduğundan ve artık yemeni ustası bulunmadığından bu talep karşılanamamaktadır. Bu el sanatımız ihtiyaca rağmen unutulmaya terk edilmiştir. Yemenicilerin çarşıdaki dükkânlarının vitrinlerini, fabrikasyon ayakkabılar süslemektedir.

Ali Rıza Karaağaç ile yaptığımız röportajda şu bilgilere ulaştık:

Darende’de bundan 50-60 sene önce, Debbağ Turan ustanın tezgâhında sahtiyan, sızılık ve meşin deri olarak terbiyelendikten sonra Köşgerler çarşısına gelirdi. Yine Maraş’tan katırlarla nakliyecilik ve ticaret yapan esnaf tarafından yemeni malzemeleri getirilirdi. Taban köselesi ise İstanbul’dan Köşger Hafızlar ve Hacı Osman Ağa (Arıkan) tarafından getirilerek imalatçı esnaflara taksitle satılırdı.

Darende’de “Köşgerlik” olarak tabir edilen yemenicilik ile ilgili terimler:

Sahtiyan: Koyun derisinden imal edilirdi. Dikilmiş haline derz veya yüz denirdi.

Meşin: Keçi veya koyun derisinden üretilir.

Sızılık: Yüz malzemesinin kenarlarına çekilen malzemenin adıdır.

Gön: Büyükbaş hayvanlardan sığır, manda gibilerin kalın derisinden elde edilirdi.

Çiriş: Tutkal malzemesi yapmak üzere kullanılan ot, dövülerek toz haline getirilir ve su ile yoğrularak yapıştırıcı olarak kullanılırdı.

Biz: Ağaç saplı dikiş yapılacak yere dikiş yeri (izi) açmak için kullanılan sivri uçlu demir.

İğne: Ham demirden kırılmaması için imal edilen iğnelerin ucu batmayacak şekildedir. Buna “pot uçlu iğne” denirdi.

İp: Pamuktan fabrikasyon imal edilmiş olarak alınan pamuk dikiş ipliği, bal mumu ile kaplanır ve öyle kullanılırdı.

Kalıp: Ceviz ağacından el ile yapılmış olan yemeni kalıplarıdır.  Dikimi tamamlanan yemeniler kalıba vurularak ayak şekli verilir.  Giyenlerin ayağını vurmaması için böyle bir işlem yapılırdı.

İlk önce sahtiyan yüz yapılmak için endazeye göre kesilir kış aylarından itibaren istif edilirdi. Her esnafın iki-üç bin adet “derz” diye tabir edilen yüz malzemesi olarak hazırlanırdı. Sahtiyanın iç yüzüne çiriş ile meşin yapıştırılarak, dayanıklı ve kiri önlemesi için kullanılırdı.  Şimdilerde kösele olarak anılan ancak o zaman köşgerler arasında ve halk arasında “gön” olarak zikredilen ayakkabı tabanında kullanılan malzemeye önceden hazırlanan yüz dikilirdi. 1955’li yıllardan sonra lastik tekerli traktörlerin kullanılmış tekerlerinden yapılan malzeme kösele yerine daha dayanıklı ve daha ucuz olduğu için taban malzemesi kullanılmıştır.

Üretilen yemeniler öncelikle dükkânlarda olmak üzere, köy ve kasabalarda seyyar satıcılık yapan seyyar esnaflara verilir ve böylece pazarlanırdı. Kuluncak, Hekimhan, Kangal, Gürün ve Elbistan köylerinin ihtiyacının büyük bir kısmı Darende’den karşılanırdı.

Köşgerler çarşısındaki esnaflar haricinde, evlerinde imalat yapan çok sayıda Darende’li ürettiği bu yemenileri seyyar olarak civar kaza ve köylerde buğday, yağ, yün gibi malzemelerle takas ederlerdi.

Ustalar ise şöyledir:

Ali-Abdurrahman Ulu; Zaviye mahallesinden olan bu ikisi kardeşti. 

Köşger Hafız ve Oğulları,

Hacı Ömer oğlu Hacı Mehmet ve Bekir Efendiler

Ali Rıza Karaağaç,

Hacı Soylu,

Eski Çarşı Camii Müezzin Hacı Emin Hoca

Muhittin Kocamemik,

Mehmet Taşcı,

Ali-Gazi  Karakaya

Mustafa Tartar,

Ermeni Murat Usta,

Mehmet Ataş

Kunduracılık

Eskiden Türk kunduraları sandalın gelişmiş şekliydi; atkılar kaldırılmış ve bir yüz geçirilmiş şekliydi: En yaygın olarak kullanılan ayakkabı sahtiyandı ve kalın pençeli olup ucu sivri ve ökçesizdi.

Bir de mercan terlik dedikleri pabuçlar vardı. Sert deriden imal edilirdi. İki kısımdan meydana gelirdi. Bir yüz, bir arkalık (fort) biri ötekinin içine girerdi.

Terlikler bir varım-kavık şeklini taklit ederdi. İnce deriden yapılır, renkleri çoğu zaman sarı veya kırmızı olurdu: Pençeleri düz değil kıvrık olup ucu iki-üç santik çıkıktı. Bu ayakkabı ancak evin içinde kullanılırdı. Makinelerin kunduracılıkta kullanılması çok yenidir.

Darende Temettuat Defterleri adlı eserde “Deri” başlıklı konuda ayakkabıcılık hakkında şöyle denilmiştir: Darende’ de ayakkabıcılar(haffaf) 4 kişi olup 1300 kuruş gelir elde etmekteydiler.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Darende’de kunduracı esnafından iki ikişinin ismi öne çıkıyor; Kuş Kazım ve İhsan Usta. Daha sonra Mehmet Ataş bu mesleği 1995 yılına kadar devam ettirdi. Kundura sanayiinin gelişmesiyle üreticiler tamirciliğe devam ettiler.

İki kunduracı iki hikâye

ÖĞRENDİĞİNİ HAYATA TATBİK ETMEK

Vaktiyle bir kundura tamircisi yaşarmış küçük bir ilçede. Kendi halinde, sessiz, sâkin, efendi bir insan. Yalnız, kimsesi yok... Çevresinde çok seviliyor, sayılıyormuş... Derdi olan ona gidiyor,  sıkıntısı olan ona koşuyormuş. Elinden geldiği kadar o insanlara yardımcı oluyormuş. Velhâsıl ona giden, dert verip, der­man alıyormuş. Bir gün münadiler ilçeyi dolaşıp haber vermişler. Fi­lanca gün, ülkenin en büyük hadis bilgini filanca câmide ikindi namazından sonra ders verecek diye. Beklenen gün gelmiş. Na­mazdan sonra herkes heyecan içinde hadis bilgininin söze baş­lamasını bekliyormuş. Birden bizim kundura tamircisi ayağa kal­kmış. Sükûnetle kapıya doğru yürüyüp, çıkıp gitmiş. Herkes hayret içinde kalmış. Bir türlü anlam veremişler. Böyle büyük bir bilgin gel­sin de, sen dinleme, olacak iş mi bu? Her kafadan bir ses çık­mış. Nihayet cemaatten biri, arkadaşlar demiş, biz bu zatın hemen hepimiz pek çok iyiliklerini gördük; gelin, bu boş ko­nuşmaları bırakalım. İçimizden bir grup arkadaş, dersten sonra gitsin, kendisiyle konuşsun. Belki bilmediğimiz bir incelik vardır. Önyargılı olmayalım. Zan ile yakîn hasıl olmaz, demiş. Kabul etmişler. Ders bittikten sonra birkaç kişi, kundura tamircisini ziya­rete gitmişler. Sebebini sormuşlar. Derin bir iç geçirmiş. Biraz düşün­ceye dalmış ve “Ah efendim, hiç sormayın demiş. Bundan on yıl önceydi, yine büyük bir hadis bilgini memleketimize gelmişti. Yine münadiler ilân ettiler. Merakla, heyecanla koştum, dinledim, not aldım. Dersin sonunda, o büyük bilgin, arkadaşlar dedi, size on hadis yazdıracağım. Sizler en kısa zamanda bu hadisleri günlük hayatınızda yaşayıp, uygulayacaksınız. Size emânet bırakıyo­rum.” Sonra bizim kundura tamircisi yine bir göğüs geçirmiş ve “Ah efendim, ben nasıl yanmayım. O kadar gayret ettiğim halde, yine de aradan on yıl geçti, o hadisleri istediğim gibi yaşaya­madım. Beni bağışlayın. Şimdi hangi yüzle sayın bilginin karşı­sına geçip, ondan yeni hadisler öğrenmek isteyebilirim?”

ŞEHİRDE KUNDURACI OLMAK

Bir zamanlar iki kardeş varmış. Kardeşlerden birisi dağlarda çobanlık, diğeri de şehirde kundura tamirciliği yaparmış. Bir araya geldikleri zaman çoban kardeş gösterdiği kerâmetlerden bahsedermiş. Bu arada kundura tamirciliği yapan kardeşine söz dokundurmayı da ihmal etmezmiş.

Bir gün çobanlık yapan kardeş, şehirdeki kardeşini merak etmiş ve ziyaret etmek istemiş. Eli boş gidecek değil ya! Ne götüreceğini düşünmüş. Aklına süt götürmek gelmiş. Koyunlarından sağdığı sütü kerâmeten mendiline koymuş, elinde mendil şehrin yolunu tutmuş. Kundura tamircisi kardeşinin dükkânına girmiş, mendilini duvardaki askıya asmış. Kendisine gösterilen iskemleye ilişmiş. Bu arada ayakkabısını tamir için bir kadın gelmiş. O da başka bir iskemleye oturmuş, ayakkabısını çıkarmış ve beklemeye başlamış. Biraz sonra askıda duran mendilden süt damlamaya başlamış. Sütün damladığını gören çoban şaşırmış. Ayakkabısının tamiri biten kadın ayakkabısını giyip gitmiş. Tamirci kardeş çoban kardeşine:

“Dağ başında kerâmet göstermek kolaydır. Marifet şehirde kerâmet göstermektir!” demiş. O da çoban kardeşine bir ders vermiş. Çoban buna karşılık söyleyecek bir söz bulamamış!

BİR DEYİM

Pabucu Dama Atılmak

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkârların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikâyeti ve sanatkârı dinliyor. Eğer şikâyet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikâyetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i âlem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.