Ömer HİDAYET


Amasya yolculuğunundan kalanlar


Amasya için yola çıktığımızda gece, çoktan derin bir sessizliğin koynunda uykusuna dalmıştı. Hazan yaprakları, hüznün sisli bulvarında sabahın yorgun süpürge hışırtılarını bekliyordu. Yol boyu, aracımızın kapısı açılıp kapandıkça, sert soğuklar yüzümüzü yalayarak munisleşiyordu. Ara duraklarda binenlerle selamlaşma ve iyi yolculuk temennisi, uykunun mahmurluğunda kaybolup, yalnızlaşıyordu.

         Tokat iline ulaştığımızda, geceyi çoktan yarılamış, seher vakti, tüm masumiyeti ile bizi bekliyordu. Karşılamaya gelen ev sahiplerimiz, en az seher vaktinin masumiyeti kadar gözlerinde uyku ve yârin köyünden gelenleri karşılamanın tatlı telaşı ile bekleşiyorlardı. Gönül dostları bizi,  şehrin çevre yolundan ana kavşak noktalarına açılan bulvarlarda, sabırla bekliyorlardı. Bu buluşma, modern çağın unutulmuş fedakârlık ve merhamet sayfalarını aralayarak,  bir sonraki günün mesaisini harcamaya başlayan gizli gönül kahramanlarının destansı hikâyesiydi. Bu manzara, dostluğun ve sadakatin bitti dendiği bir zaman diliminde, gönüllerde inceden inceye çağlayan bir maneviyat ikliminin, şehre rahmet ve bereket tohumunun saçılma sahnesiydi.

        Geniş bir odaya hazırlanmış yastık ve battaniyeleri kapan yorgun bedenlerin, olduğu yere kıvrılıp yatmaları, bugünkü literatürde pek karşılığı olmasa gerek. Bu manzara, kaybolan kadim dostluğun, modern zamanlarda yeniden sessizce dönüş zaferiydi.

Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi,

Altım çamur üstüm yağmur, yine gönlüm hoş idi 

diye okunan Kerkük türküsü, belki de bu mekânda mırıldansa, mısralar mahcubiyetten hüzne gark olurdu.

       Ben, battaniye altında üşüdüğümün bin mislini, dostluğun ve muhabbetin engin sıcaklığında,  tarifsiz bir saat geçirdim. Ezanla kalk komutu, gıcırtılı kapı açılmaları, abdest sırasında sallanan bedenler, mahmur bakışlar, şaşkın kıyafet arayışları, ruhumda silinmeyen derin izler bıraktı. Hele kuş sütü eksik sultan sofrası, hangi aralıkta, ne zaman alındığını dahi bilmediğiniz, buğusu tüten ekmekler, damak lezzetinin, gönül sofranızda başköşeye kurulduğu mümtaz tatlar olsa gerek.

            Belki de bir daha karşılaşmayacağınız, ya da bir daha beşeri ve dünyevi ilişki içinde olmayacağınız, ince ruhların size hizmet etmedeki nazik duruşları yok mu? Ya da bir Hızır kıvraklığında, görevlerini yaptıktan sonra gözden kaybolup, gönül dünyanızın en mahrem yerlerini parselleyen ebedi dostluklar. En az hata yapmanın kaygısı, bir sarnıç gibi simalarında sallanıyordu. Ben böyle zamanlarda, en büyük servetin ve gücün fethine çıkma hazırlığı ile meşgul olmayı yeğlerim. Ruhum zindeleşir, gönlümde ezelden ebede yıkılmaz dostluk fırtınalarının yaladığı esintiler hissederim. Çocuğuna yapmadığı fedakârlığı kilometrelerce uzaktan gelmiş ihvan-ı yarana gösterdikleri bu tutum karşısında, bir köşeye çekilerek iki damla gözyaşı ile yorgun ruhumu dinlendirmeyi, dünyanın en büyük bahtiyarlığı sayarım. Böyle bir yolculuğa çıkmanın, yar ile buluşmanın hazzını ve şükrünü doya doya yaşarım. Hani utanmasam çocuk gibi ağlamak isterim.

             Aslında utanacak ne var ki, adamlık, geçici hevesler peşinde nara atan bu dünyaya inat, maneviyat semasının sağanak yağmurları altında yalınkılıç yıkanmak değil mi? İçten gelen bir damla gözyaşı, beşeriyetin dayattığı kirliliklerden arınmak, en büyük lütuf değil mi? Aslında taşlaşmış kalplerden, merhamet damlası beklemek, çölde sağanak yağmur beklemek kadar boş ve ham hayal değil mi? Yolun büyüklüğü, mürşidin güzelliği ile eş değerde değil mi?

Biz daha ışığın küçük renklerini konuşuyoruz, güneşin lütuf ve ihsanını saymaya mecalimiz olmasa gerek.  Gönlün paslı aynasına yansıyan huzmeleri, acemice dile getirmeye çalışıyoruz. Hakikat güneşinin kendisine olan sevgimizi, liyakatsiz halimizle tarife ne hacet?  

             Şems-i Tebriz-i Hazretleri?nin, şehre gelişini duyan, Mevlana Hazretleri?nin tüm varını tarumar ederken, nadanların ?Biz sana yalan söyledik.? lakırdıları karşılığında çağlar üstü şu cevabı biz bugün nasıl içselleştirelim: ?Ben zaten onun yalanına bunları verdim, hakikat olsaydı canımı verirdim.?

          Bir şehre girerken bütün heybetinizi takının, derler. Bu bir bakıma gelenek olmuştur. Sizi karşılayan, dostlar memnun, müstehzi bakışlarda kör ve şaşı olsun diye. Amasya bir şehzadeler kenti... Ferhat?ın Şirin?e kavuşmak için dağları delip suyu getirdiği müstesna şehir.  Beşeri imtihanında zirve noktası... Şehir, iki vadi arsında toprağın ulviyetle kol kola koşuştuğu bir mekân. Yeşilırmak burada her daim billur tazeliğinde akar durur.

       Vakfımızın Amasya?da yaptırmış olduğu sosyal tesislere ulaştığımızda, tarihin ve kadim medeniyetin ihyasını hatırlatan beş katlı muhteşem bir eser ile karşılaşıyoruz. Merkez içinde ama merkez değil, dağa bakan aydınlık bir yüzü var, taşra deseniz taşra değil. Oldukça güzel bir mekân, sakin, asude, merkeze yakın, ama merkeze bulaşmamak için kenara çekilmiş vakur bir duruşu var. Ön cephesi köşegen kemerle süslenmiş, Selçuklu mimari tarzını andıran harika bir eser.

      Ünlü Rus yönetmen, Tarkovskinin  ?Mühürlenmiş Zaman? adlı sinema yazılarından oluşan kitaba verdiği anlamlı kavram, sanki buradan doğup, taşmış desek mübalağa olmaz. İç döşemesi, salon aydınlığı, giriş çıkışların farklı üslup ve tarzda oluşu, mekâna ayrı bir güzellik katmış. En önemlisi de Gönüller Sultanı?n, sevenleri ile oraya teşrifi ve şerefyap edişi. Mekânın şerefi, insanın şerefinden kaynaklanır. Emeği geçenleri, bir tuğla dahi olsa katkı verenleri, minnet ve şükranla anıyoruz.