Amasya için yola çıktığımızda gece, çoktan derin bir
sessizliğin koynunda uykusuna dalmıştı. Hazan yaprakları, hüznün sisli
bulvarında sabahın yorgun süpürge hışırtılarını bekliyordu. Yol boyu,
aracımızın kapısı açılıp kapandıkça, sert soğuklar yüzümüzü yalayarak
munisleşiyordu. Ara duraklarda binenlerle selamlaşma ve iyi yolculuk temennisi,
uykunun mahmurluğunda kaybolup, yalnızlaşıyordu.
Tokat
iline ulaştığımızda, geceyi çoktan yarılamış, seher vakti, tüm masumiyeti ile
bizi bekliyordu. Karşılamaya gelen ev sahiplerimiz, en az seher vaktinin
masumiyeti kadar gözlerinde uyku ve yârin köyünden gelenleri karşılamanın tatlı
telaşı ile bekleşiyorlardı. Gönül dostları bizi, şehrin çevre yolundan ana kavşak noktalarına
açılan bulvarlarda, sabırla bekliyorlardı. Bu buluşma, modern çağın unutulmuş fedakârlık
ve merhamet sayfalarını aralayarak, bir
sonraki günün mesaisini harcamaya başlayan gizli gönül kahramanlarının destansı
hikâyesiydi. Bu manzara, dostluğun ve sadakatin bitti dendiği bir zaman
diliminde, gönüllerde inceden inceye çağlayan bir maneviyat ikliminin, şehre
rahmet ve bereket tohumunun saçılma sahnesiydi.
Geniş
bir odaya hazırlanmış yastık ve battaniyeleri kapan yorgun bedenlerin, olduğu
yere kıvrılıp yatmaları, bugünkü literatürde pek karşılığı olmasa gerek. Bu
manzara, kaybolan kadim dostluğun, modern zamanlarda yeniden sessizce dönüş
zaferiydi.
Dün gece yar hanesinde yastığım bir
taş idi,
Altım
çamur üstüm yağmur, yine gönlüm hoş idi
diye okunan Kerkük türküsü, belki de bu mekânda
mırıldansa, mısralar mahcubiyetten hüzne gark olurdu.
Ben,
battaniye altında üşüdüğümün bin mislini, dostluğun ve muhabbetin engin
sıcaklığında, tarifsiz bir saat
geçirdim. Ezanla kalk komutu, gıcırtılı kapı açılmaları, abdest sırasında
sallanan bedenler, mahmur bakışlar, şaşkın kıyafet arayışları, ruhumda
silinmeyen derin izler bıraktı. Hele kuş sütü eksik sultan sofrası, hangi
aralıkta, ne zaman alındığını dahi bilmediğiniz, buğusu tüten ekmekler, damak
lezzetinin, gönül sofranızda başköşeye kurulduğu mümtaz tatlar olsa gerek.
Belki de bir daha karşılaşmayacağınız, ya da bir daha beşeri ve dünyevi
ilişki içinde olmayacağınız, ince ruhların size hizmet etmedeki nazik duruşları
yok mu? Ya da bir Hızır kıvraklığında, görevlerini yaptıktan sonra gözden
kaybolup, gönül dünyanızın en mahrem yerlerini parselleyen ebedi dostluklar. En
az hata yapmanın kaygısı, bir sarnıç gibi simalarında sallanıyordu. Ben böyle
zamanlarda, en büyük servetin ve gücün fethine çıkma hazırlığı ile meşgul
olmayı yeğlerim. Ruhum zindeleşir, gönlümde ezelden ebede yıkılmaz dostluk
fırtınalarının yaladığı esintiler hissederim. Çocuğuna yapmadığı fedakârlığı
kilometrelerce uzaktan gelmiş ihvan-ı yarana gösterdikleri bu tutum karşısında,
bir köşeye çekilerek iki damla gözyaşı ile yorgun ruhumu dinlendirmeyi,
dünyanın en büyük bahtiyarlığı sayarım. Böyle bir yolculuğa çıkmanın, yar ile
buluşmanın hazzını ve şükrünü doya doya yaşarım. Hani utanmasam çocuk gibi
ağlamak isterim.
Aslında utanacak ne var ki, adamlık, geçici hevesler peşinde nara atan
bu dünyaya inat, maneviyat semasının sağanak yağmurları altında yalınkılıç
yıkanmak değil mi? İçten gelen bir damla gözyaşı, beşeriyetin dayattığı
kirliliklerden arınmak, en büyük lütuf değil mi? Aslında taşlaşmış kalplerden,
merhamet damlası beklemek, çölde sağanak yağmur beklemek kadar boş ve ham hayal
değil mi? Yolun büyüklüğü, mürşidin güzelliği ile eş değerde değil mi?
Biz daha ışığın küçük
renklerini konuşuyoruz, güneşin lütuf ve ihsanını saymaya mecalimiz olmasa
gerek. Gönlün paslı aynasına yansıyan
huzmeleri, acemice dile getirmeye çalışıyoruz. Hakikat güneşinin kendisine olan
sevgimizi, liyakatsiz halimizle tarife ne hacet?
Şems-i Tebriz-i Hazretleri?nin, şehre gelişini duyan, Mevlana Hazretleri?nin
tüm varını tarumar ederken, nadanların ?Biz sana yalan söyledik.? lakırdıları
karşılığında çağlar üstü şu cevabı biz bugün nasıl içselleştirelim: ?Ben zaten
onun yalanına bunları verdim, hakikat olsaydı canımı verirdim.?
Bir
şehre girerken bütün heybetinizi takının, derler. Bu bir bakıma gelenek
olmuştur. Sizi karşılayan, dostlar memnun, müstehzi bakışlarda kör ve şaşı
olsun diye. Amasya bir şehzadeler kenti... Ferhat?ın Şirin?e kavuşmak için
dağları delip suyu getirdiği müstesna şehir.
Beşeri imtihanında zirve noktası... Şehir, iki vadi arsında toprağın
ulviyetle kol kola koşuştuğu bir mekân. Yeşilırmak burada her daim billur
tazeliğinde akar durur.
Vakfımızın Amasya?da yaptırmış olduğu sosyal tesislere ulaştığımızda,
tarihin ve kadim medeniyetin ihyasını hatırlatan beş katlı muhteşem bir eser
ile karşılaşıyoruz. Merkez içinde ama merkez değil, dağa bakan aydınlık bir
yüzü var, taşra deseniz taşra değil. Oldukça güzel bir mekân, sakin, asude, merkeze
yakın, ama merkeze bulaşmamak için kenara çekilmiş vakur bir duruşu var. Ön
cephesi köşegen kemerle süslenmiş, Selçuklu mimari tarzını andıran harika bir
eser.