Musa Tektaş


Sezai Karakoç`tan hatıralar ve Hulusi Efendi


SEZAİ KARAKOÇ’TAN HATIRALAR ve HULÛSİ EFENDİ (K.S.)

 

"Somuncu Baba`nın türbesine ve camiye gelip giden zi­yaretçilere sahip çıkma görevi, Hulûsi Efendi`­ye babadan dededen kalma bir vazife imiş. Hulûsi Efendi`ye gelen giden, onu ziyaret eden çok kişi oluyormuş. O yıl, İçişleri Bakanı olan Namık Gedik de gelmiş, bir gece Hulûsi Efendi de mi­safir kalmıştı. Hatta bakan, doktor olduğu için Hulûsi Efendi ona yazma bir tıp kitabı hediye etmiş"

 

Âb-ı hayât; ebedî dirilişin esrarına vakıf olarak, ölümsüzlük sırrını yakalamaktır. Âb-ı hayât,  insân-ı kâmildir.  İnsan-ı kâmiller, gönüllere diriliş ruhu ve canlılık verir, yüreklere muhabbeti nakşederler. Divân-ı Hulûsi-i Darendevî`nin beyitlerinde hayat kaynağını bulanların, bir emlik kuzunun anasını emdiği gibi, doya doya bu mısralardan, ilahi feyz ve ilham alıp, gıdalandıklarını bir beyitte şöyle buyurmuş Hazret:

Ölmeden öndin bul memât, hayy ol içip Âb-ı hayât

Hem ol ki mahvü mahz-ı zat cân vâkıf-ı esrâr ola

Onların mübarek elleriyle çevrelerine avuç avuç saçtıkları hizmet ve muhabbet suyu o toprakların her zerresine dokunduğu için güller bitiren altın damlalarıdır. Onların selamları, kelâmları, şiirleri, beyitleri, sohbetleri, dirilik suyu, hayat çeşmesidir.  İşte Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’yi Darende’de ziyaret edip,  âb-ı hayat misali sohbetine bundan 55 yıl önce; yani 1958 yılında katılan Şair ve Mütefekkir Sezai Karakoç,  özündeki diriliş ruhunu şahlandırmıştır.

Şimdi, Diriliş Haftalık Düşünce Edebiyat ve Siyaset Dergisinin satırlarındaki hatıralarını birlikte okuyalım:

 

SEZAİ KARAKOÇ’TAN HATIRALAR / MALATYA - AKÇADAĞ - DARENDE

“Akçadağ`da teftişte iken, cumartesi öğleden sonraları ve pazarları, Malatya`ya gidiyordum. Bu sebeple Malatya`yı gezmiş, gör­müş ve tanımış oldum. Eski Malatya`yı da gi­dip gezdik Malatyalı arkadaşlarla. Orası tam tarihî bir hava taşıyordu gördüğümde. Battal Gazi`nin ruhu hissediliyordu havasında. Zaten Malatya`da ve her Malatyalıda Battal Gazi`den adeta bir iz, bir cezbe, bir coşku vardır. O ru­hun şuurunu taşıyan Malatyalıda, bu coşku, amacına varmaktadır.

 

HULÛSİ EFENDİ`Yİ ZİYARET

Ben Akçadağ`dayken, İhsan (Babalı) da Ma­latya`dan Darende`ye geçti. Darende`de Maliye­’nin defterleri yanmış olduğundan kayıtların ye­niden tesisi gerekiyormuş. Bir pazar günü, Ak­çadağ`dan, Malmüdürü’yle, Ziraat Müdürlüğü’ne ait bir ciple Darende`ye gittik. Malmüdürü, ay­rılıp arkadaşlarının yanına gitti. Ben ve İhsan ise Hulûsi Efendi`yi ziyarete gittik. Hulûsi Efen­di, Somuncu Baba ahfadından olup o zaman da­hi tasavvufî şiirlerinin meydana getirdiği bir Dîvân’a sahip bir zât idi. Darende, çok entere­san eski bir şehrimizdir. Evleri aralıklı, bahçeli olup arabayla belki yarım saatten fazla gittiği­miz halde öbür ucuna varamadık. Her ev bir kale gibi idi. Bu evlerin, daha çok savunmaya göre yapılmış olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Hulûsi Efendi`nin oturduğu Zaviye Mahallesi ise, Darende`den uzakta, ayrı bir semtti. Hatta ora­ya giderken yıkılmış eski bir mahallenin tek başına kalmış minaresini gördük. Bu minarenin yalnızlığı bana dokunmuştu. Bu anımı asla unu­tamıyorum.

Zaviye Mahallesi kavak ağaçlan içinde se­vimli bir yerdi. Hulûsi Efendi, bizi vakur, sami­mi bir şekilde karşıladı. Kütüphanesinde otur­duk. Daha sonra taştan duvarlar gibi yükselen, yazın en sıcak gününde serin bir havası olan bir boğaza, Tohma ırmağının kıyısına gittik. Suyun kenarında ağaç altına kilimler serilmişti. Sema­ver süreklice kaynıyordu. 15-20 kadar kişi, ak saçlıları da dahil son derece saygı gösteriyorlar­dı Hulûsi Efendi`ye. Aşkla hizmet ediyorlardı. Orda oturup çay içip sohbet ettik. O zaman genç denecek bir yaşta olan Hulûsi Efendi`nin, olgunluğu ve seçkinliği hemen göze çarpıyordu. Da­ha sonra o bizi Somuncu Baba`nın türbesinin içinde yer aldığı camiye götürdü. Orda aileleriy­le ziyarete gelmiş birçok kişi gördük. Büyük bir kalabalık vardı orda. Günlerce kalırlarmış ge­lenler. Hulûsi Efendi`ye bağlı olup Adana`da ve­ya başka yerlerde bulunan kimselerin gönder­dikleri bağışlar, hatta tüccarların dükkânların­dan gönderdikleri giyim eşyası vs. oraya gelen­lere tahsis edilir, dağıtılırmış. Oraya gelenler misafir kabul edilir ve ağırlanırmış. Somuncu Baba`nın türbesine ve camiye gelip giden zi­yaretçilere sahip çıkma görevi, Hulûsi Efendi`­ye babadan dededen kalma bir vazife imiş. Hulûsi Efendi`ye gelen giden, onu ziyaret eden çok kişi oluyormuş. O yıl, İçişleri Bakanı olan Namık Gedik de gelmiş, bir gece Hulûsi Efendi de mi­safir kalmıştı. Hatta bakan, doktor olduğu için Hulûsi Efendi ona yazma bir tıp kitabı hediye etmiş.

 

“CENNETTEN BİR ZAMANI YAŞADIK”

Tohma suyunun coşkunluk içinde aktığı bo­ğazın yarma gibi görülen kenar kayalarının içinde, çok eski medeniyet dönemlerinden kal­ma su yollan vardı. Bu yollardan biri kayaların içinde bir havuz yapıyordu. Kıral kızının orda yıkandığını rivayet edermiş halk efsanesi. Ayrı­ca o kayaların içinde ince su kanalları bulunu­yordu ve bu kanallar bazı yerlerde biraz geniş­liyordu. Oralarda da, hiç bir yerde görülmeyen balıklar yaşıyordu. Yeşil renkli bu balıklar, san­ki camdan ve naylondandı ve etsizdi. Zaten bu balıklara dokunulmuyordu. Adeta kutsal kabul ediliyorlardı. Bunlar sanki balık değil de, ruhların tecessüm etmiş görüntüleriydi.

Tohma`nın kenarında sanki ebedi bir yazı, cennetten bir zamanı yaşadık bir kaç saat, Hulûsi Efendi ve dostlarıyla. Kırk yıl beraber kal­mış gibi kaynaşmış ve içten dost olmuştuk. Ke­limelerle ifade edilemeyen, sükût içinde açmış çiçeklerle bezeli bu manevi havayı akşama ka­dar teneffüs ettikten sonra adeta istemeyerek oradan ayrıldık.

 

DARENDE’DE SAKIZ SATAN ÇOCUKLAR

Darende eski bir şehir. Sokaklarında çocuk­lar bağıra çağıra sakız satıyorlardı. Sanırım, iş hayatına küçükten alışmaları için. Yoksa orda kim sakız alacaktı? Kayseri`de de çocuklar ma­rul satmakla işe başlarlarmış. Marul sonradan geldi Türkiye`ye. Eskiden yerli marula has denirdi. Has, küçük, fakat lezzetli yerli marul ti­piydi. Denildiğine göre, Kayseri`de her çocuk, zengin fakir farkı olmaksızın, has satmak zo­rundaymış. İşte Darende de de, bunun gibi, gör­düğüm, çocukların sakız satması âdeti vardı.

Bir de anlatıldığına göre, Darende`de ancak Darendelilerin bildiği özel bir dil varmış. Bunu yabancıların yanında anlamasını istemedikleri konuları konuşurken kullanırlarmış. Bu anlattıklarım, 1958 yılma ait, kulağıma çalınanlardı.

 

 

HULÛSİ EFENDİ VE DARENDENİN DİRİLİŞİ

Darende`ye giderken, bahçelik bir yer gösterdiler; burada vaktiyle, bu yörede yetişmiş otuz üç paşanın buluştuğunu söylediler. Yani, Eğinli, Arapkirli, Darendeli otuz üç Osmanlı Pa­şası orada buluşmuşlar. Orası da ismini bu bu­luşmadan almış. Osmanlıların insan yetiştirmek­teki kudretini ifade eden parlak bir misal.

Hulûsi Efendi Zaviye Mahallesini çalışıp çabalayarak ihya etmişti. Daha Darende`ye elekt­rik gelmeden Zaviye Mahallesine elektrik getir­mişti. Duyduğum doğruysa sonradan hastane yaptırma gayretinde imiş. Bu yıllarda da İnönü Üniver­sitesine bağlı bir kampus olarak bir fakülte ya­pılması söz konusu idi. Yine Hulûsi Efendi`nin yardımıyla tabii. Bilmiyorum o fakülte yapıldı mı?

Malmüdürüyle buluşup yola koyuldum. Bel­ki on defa bozulan aracımızın bu arızaları yü­zünden ancak sabaha doğru, 2 veya 3 de Akça­dağ`a vardık. Hatta sonunda benzinimiz de bit­ti, neyse ki ondan sonra yolumuz hep iniş oldu­ğundan benzinsiz olarak ilçeye varmayı başar­dık. Yaz olduğu halde, kara iklimi olduğundan gece de oldukça soğuktu. Bir hafta sonu tatilinde de Akçadağ`dan Er­gani`ye gidip ailemi ziyaret ettim.”

(Sezai Karakoç, Hatırlar, Diriliş Haftalık Düşünce Edebiyat ve Siyaset Dergisi, Yıl: 30, Dönem; 7, Sayı: 77, 05 Ocak 1990.)

 

SEZAİ KARAKOÇ VE DİRİLİŞ DERGİSİ

Sezai Karakoç, 22 Ocak 1933 tarihinde Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya geldi.

Gaziantep Lisesi`nden 1950’de mezun oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi`ni kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955`te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı. Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atandı. Daha sonra Maliye müfettişliği sınavına girer ve kazanarak ve 11 Ocak 1956`da müfettiş yardımcılığı görevine başladı. 1959 yılında İstanbul`da Gelirler Kontrolörü olarak görev aldı. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almadı.

İstanbul`da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi`ni kurdu. 2006 yılında kültür bakanlığı özel ödülü ile ödüllendirildi.  Şair yazar mütefekkir ve siyasetçi olan Sezai Karakoç, 2011 yılı Cumhurbaşkanlığı edebiyat ödülüne layık görüldü.  Halen İstanbul’da yaşamaktadır.

Sezai Karakoç, 1960`tan itibaren, Diriliş dergisini yayımladı. Diriliş dergisi yerli düşünce ve edebiyatın en önemli dergilerinden biri oldu. Diriliş Dergisi, gerek edebiyatımız gerekse fikir ve kültür hayatımız için bir okul olmuş, çok sayıda aydın ve sanatçı yetiştirdi.

 

DİRİLİŞ AKIMININ YOL HARİTASI

Sezai Karakoç Diriliş akımının yol haritasını şöyle özetlemektedir:

“Diriliş yolu ve akımı, İslam’ın ruhundan, ilkelerinden, ahlakından alınan ilham ve aşkla, kendimizi yeni bir ‘ses’e kavuşturmanın yoludur. ‘Öfke’ yolu değildir. Dirilmiş bir gençlik, aydınlık bir gelecek, altın bir şimdiki zaman. Size bir harita açtık. Bir rüya haritası.

Hakikat aşınmaz. İpekten yumuşaktır hakikat, ama çelikten de, elmastan da, platinden de serttir. Onların aşındırmak için yaptıkları, sonunda hakikatin daha iyi ortaya çıkmasına yarayacaktır. Ve hakikat erlerinin çalışmalarına Allah’ın verdiği zafer bir gün gerçekleşir, ölüm ve batım günleri sona erer, Diriliş günü gelir.”

Diriliş erinin bilmesi gereken şey; “Güneşin doğmasını sabırsızlıkla bekleyen insan, uykuda kalmaktan korkuyorsa, bütün geceyi uykusuz geçirmeyi göze almalıdır.”

 

YUNUS GÖNÜLLÜ BİR İNSANLAR

İslamî hassasiyete sahip bir şair olarak Sezai Karakoç’un, Yunus gönüllü bir insandır.  Yunus Emre incelemesini 1965 yılında yayınlamıştır.  Eser, yayınlanmasından hemen sonra dikkatleri üzerine çekmiş ve günümüze kadar Ahmet Kabaklı’dan Konur Ertop’a, Gaffar Taşkın’dan Cahit Zarifoğlu, Vehbi Vakkasoğlu, Şakir Diclehan, Selahaddin Yaşar, Nurettin Durman ve Şaban Sağlık’a kadar çok farklı kişilerin kitap ve yazılarına konu olmuştur. 

Yunus Emre kitabında Karakoç, Yunus’un yetiştiği çevrenin bir manzarasını çizer.  13-14. yüzyıllar Anadolu’nun ruhî, sosyal, tarihî rönesansının çağıdır ve Mevlâna, Hacı Bektaş, Hacı Bayram’la tarikatların ortaya çıkışı “Osmanlı’nın bir uçak hızıyla gelişmesi, Anadolu’yu her yönden bir yediveren üzüm kütüğü haline” getirmiştir. Dünya sağ ve sol (Haçlı ve Moğol) eliyle Anadolu’yu boğmak isterken o dünyaya meydan okumalı ve ayağa kalkmalı idi. Veya hiç ve yok olmalı. İşte Yunus, Büyük Anadolu’nun bu şafak görünüşünde “Âb-ı hayattan ” başka bir şey değildir.

Sezai Karakoç’a göre bu devirde “Milletlerin birer tabîb-i manevisi olan Şeyh Hamid-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli büyük adamlar ve liderler arka arkaya sökün etmemiş olsaydı, bir taşın üstünde tüneyip bin yıl kıpırdamadan duran, entrika bakışlı Bizans baykuşu” yeniden dirilip belki de Anadolu’yu ele geçirecekti.” der.

Karakoç, şairlerin ortaya çıkışını da şöyle anlatır: “Bu şekilde Anadolu baştanbaşa yenilenirken İslâm’ın gelenekleşmiş şiir ve şiir adamları da zuhur edecektir. Yani İslâm bülbülleri zuhur edecektir. Onun ideali “İslâm’ı en sade fakat en güçlü deyişler içinde halka yaymaktır. ”