Cemil Gülseren


Bir zamanlar ne iyiydik


Evvel zamanın birinde köyden şehire giden bir köylü misafir olduğu evde saatlerce bekler lâkin ne yemek ne bir şey. Şehirli pişkinliği olacak ya. Nihayet karnı aç misafir başlar esnemeye. Ev sahibi: “Hayrola susuz musun, uykusuz musun?” diye sorunca acıkmış misafirimiz der: “Çeşme başında uyumuştum. Oradan kalkıp buraya geldim” Pişkinlik mi, cimrilik mi? Everekli (Develi) Seyrani (D. T. 1788/ 1807 – Ö. T. 1866)’de söylemiş amma kim okuya , kim duta?...

“Misafir bulursan hanene götür  /  Bir içim su ile keyfini yitür

Bir mümkün haceti olursa bitür  /  Sen Tanrı emrine eyle itaat.”

Tanrı misafiri yeseydi şöyle dua edecekti: “Bahçede yetirenin, Getirip götürenin, Sofraya oturanın, yiyip bitirenin cümle Muhammed ümmetinin geçmişlerinin ruhuna FATİHA” diyemedi. Olmadı, yiyemedi. Ol Muhammed ki “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyurmuşlar. Bu komşu bile değil. Evinde konuk. Misafirin on rızıkla gelip birini yiyip dokuzunu bırakıp gittiğini bilen kaldı mı? Rızık ney, kısmet nasıl bir şey anlayan kaldı mı? Bunları vereni bilen var mı?

Bir gün gözleri görmez olan bir ahbabı Seyrani’ye: -Ah baba, der, artık bende dünyayı görecek göz yok. Gözlerim bozuldu, göremiyorum. Seyrani derhal cevap verir: Aldırma, artık dünyada da görülecek yüz yok”  Uzatmağa gerek de yok. Muhabbetle sarılacak dost buldunsa göze ne hacet? Hasretle beklediğin kucak var mı sanki?... Yan komşunun yüzünü gören var mı?. Kiminle çıkıyorsun? Çıktığın biri var mı? İnsanlıktan çıkmışız kimin umurunda? Önündeki çukuru göremeyende zaten değil yüz; göz de yok. Düşmüşüz bir çukura farkında değiliz. Ziya Paşa demiş:

*Gökte yıldız ararken nice turfa müneccim  -  Gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde,*

Daha biz önümüzü göremiyoruz. Gördüğümüz bize gösterilen kadarı.

Bir bedduadır; *Töremiyesiceler* Sanırım gerçek oldu. Artık töremeyen, üremeyen tohumlar çıktı meydana. Meyveleri şahane (!). Lâkin yiyenlerde de üremezlik çoğaldı. Türkiye’yi durduramayanlar  meseleyi böylece kökten çözmeyi planlamışlar. O bedduayı şimdi daha iyi anlıyorum. Siz de deyin diyebildiğiniz kadar *Töremiyesiceler* Onlar iş yapıyor biz de ileniyoruz sadece. Lafta kalan biziz.

Hayati Yavuzer de (Ay Ninnileri, Ank., 2005) söylemiş:

“Çiçekler kokladım, yaprağı yaktı - İçime bir acı zehir bıraktı

Kelebek düşlerdim bir arı çıktı - Tadını vermeyen baldan usandım,” daha mı beter olacak. Bugünleri de arayacak mıyız? Bayağı bayağı düşünür olduk. Bu bedduadan sonrası ne olur? Dua olsun. Allah beterlerinden saklasın. Bugünlerimizi aramayız inşallah. Organik mi, hormonlu mu? Sera mı, tarla ürünü mü? GDO’lu mu, doğal mı? İlaçlı mı, ilaçsız mı? Elle mi, makine ile mi? Öyle çok seçenek sunuluyor ki? Kokmayan gül, tatsız bal, zikirsiz derviş, namazsız mümin, abdestsiz mürid, imansız Müslüman, ihlassız amel… Bu örneklerin ucu nereye uzanır? Hayır başı nereye dayanır? İnsafsız, vicdansız insana. Ruhsuzluk budur işte. Öz yok, söz var. Aşk hiç yok. Seyrani bunu da söylemiş:

“Aşkın iğnesi ile dikilen dikiş -  Kıyamete kadar sökülmez imiş.”

Bizim aradığımızı Yavuzer sıralamış:

“Sabahı akşamdan ayıramadın  -  Huzur sofrasına buyuramadın

Aşk ile gönlünü doyuramadın  -  Kendini bahtiyar sandın be deli,”

Önemli olan bu değil mi? Herkes kendini bir şey sanıyor ya. Bilen de, bilmeyen de; anlayan da anlamayan da. Bundan böyle insanı anlamak da zor olacak, anlatmak da. Yalancı emzikte süt olu mu hiç?