Cemil Gülseren


Hangi saatlerdesiniz?


Hem süs, hem ihtiyaç. Hem aksesuar, hem alet, hem de zinet. Kolda, evde, yolda, meydanda neredeyse her yerde. İnsanlar nerede, saatler orada.

Bir Allah dostunun dostundan duymuştum; “Kolumdaki saatten utanıyorum” diye Niye mi? O öyle düzenli, istikrarlı çalışıyor ki ben kolumdaki bir saat kadar bile çalışamıyorum. Devamlı düzenli olamıyorum. Böyle bir kul, böyle derviş, böyle insan olur mu? Saate bakarsa olmaz. Sen uyursun, saat uyumaz. Sen yatarsın, o yatmaz. O yoluna devam eder.

Saat ve insanla ilgili bir kıyaslama daha vardır. Bu insan, yanlış insandır. Denir ki; bozuk bir saat bile günde iki kere doğruyu gösterir. Yanlışlar, kötüler bile arada doğruyu işaret edermiş.

Sıkıldığımızı saate bakarak hissettiririz. Dahası dışa vururuz. Birini mi bekliyoruz? İkide bir saate bakarız. Tedirginliğimizi saatle gözlerimiz arasındaki iletişimle gösteririz. Yalnızca zamanı değil ruh halimizi de göstermiş olmuyor mu? Hatta biz ne deriz? Her insanın bir “Eşref saati” bir de “eşek saati” vardır. Siz iletişim kuracağınız insanın eşref saatine denk getirmeye bakın irtibatınızı.

Yunanlıların bir sözü var; “Dünyada bir saatler çalışır, bir de ahmaklar” Ne olacak şimdi? Siz şu Yunan’a fazla güvenmeyin derim.

Çok sıkıcı bir konferanstan sonra konuşmacı salona; “-Sorusu olan var mı?”diye sorar. Millet patlamıştır zaten sıkıntıdan. Salona zorla getirtilen bir genç (-ki okullarımızda özellikle liselerde çok rastlanır) “var” der. “Saatimi evde unutmuşum acaba saatiniz kaç?”der. Kimin yerinde olmak isterdiniz? Gencin mi konuşmacının mı?

Saatler bazen günah keçisi bile olurlar. İşe geç kalan, derse yetişemeyen öğrenci bildik bahaneleri sıralarken saatli olan bir iki seçenek de duyabiliriz. “Efendim saatim durmuş, kurmuştum çalmamış, pili bitmiş” vb. Hele Ramazan’da siz saate güvenir yatarsınız sonra da bir uyanırsınız ya ezan okunuyor veyahut güneş doğmuş. Saatimi kurmayı mı unuttum ne diye hayıflanırsınız. Belki de saat çalmış çalmış duymamışız. Sahuru kaçırmak varsa nasibinde saatler bahanen olsun senin de. Ramazan’da saat olasın. Ramazan’da saat ne kıymetlidir değil mi? Herkesin gözü onda kalır. Günde kaç kez yoklarız. Akreple yelkovanı kaç kez kovalarız. Saatler öyle kıymete biner ki. Sular bir, saatler iki. Hele yaza gelmişse oruçlu günler her şey çok daha anlam kazanır. Kavunlar, karpuzlar, üzümler canlarımız daha neler neler çeker değil mi? Yaz oruçlusu, kış oruçlusu diye ayırt etmeyeceğim. Her otuz- otuz beş senede her günü, her ayı, her mevsimi bir kere yaşarız. Her mevsimin tadı başka. Mükâfatı yalnız Allah bilir, yalnız o verir.

İyi ki Ramazan varmış. İyi ki oruç olmuş. Yokluğu tanırız, açlığı tadarız, susuzluğa kanarız. Gönüller incelir, kalpler yumuşar. Eller açılır, cepler açılır. Borçlar ödenir. Niyazlar edilir. Çok ihtiyacımız var bizim Ramazan’a çok. İyice içe kapanır olduk. Tencereler kapalı, pencereler kapalı. Ne olacak bu insanımızın hali?

Vazgeçtik şu tarih sohbetlerinde işittiğimiz saray sultan sofralarından, diş kiralarından hatta o meşhur İstanbul Ramazan’larından, gecelerinden, eğlencelerinden.

Vazgeçtik tuluat(tan) tiyatrolarından, Karagöz’den, Hacivat’tan, ortaoyunundan, kavukludan, pişekardan. Bari mütevazi mahalle adetlerimizi unutmasak. Mahalleyi bırak aynı sokağın efradı olarak kaynaşsak, sokaktan geçtik aynı evin, apartmanın sakinleri -oturanları- ki biz ona komşu deriz birbirimize bakışsak selam versek alsak. Orucu ister tut, ister tutma. O senin sorumluluğun. O senin hakkın hukukun. Hesap yalnız Allah’a dır. Din gününün sahibi de odur. Yargılayacak da odur. Tutan tutmayana, tutmayan tutana umarım kafa tutmaz. Oruç: “ne desinlere” tutulur ne de el gördülüğüne bakılır.

Ne var ki herkes tutmayana saygıdan dem vurur, ahkâm keserler. Tutana saygı nerede? Ona tebessüm, teveccüh, iltifat, muhabbet olmayacak mı? Her şey karşılıklı sevgi de saygı da. Ben artık tek taraflı tavizlerden, saygılardan, alttan almalardan, açılımlardan bıktım usandım. Tutana da saygı duyalım canım. Onun da insan hakkı değil mi? Onun ibadetini de kolaylaştırmak insan haklarına sığmaz mı yoksa?

Ramazan’ı ilk idrak edişimden aklımda kalan sahur vaktidir. Gündüzü değil, iftarı değil sahuru hatırlarım ilk. Anlatayım. Demek ki mevsim kıştı. Rahmetli babaannem sobayı yakar kuzineli sobanın içine koyduğu çörekler mis gibi kokar. Bu koku ile sobanın çıtırtısı birbirine karışınca ben uykudan uyanırdım. Bizi kaldırmak istemezlerdi. Bizimse gözümüz düşerdi. Ara sırada kalktığımız olurdu. Oruç sahurla başlar efendim. O ne güzel bir heves ve özentiymiş meğer. Ya sonra vakit ikindi ile akşam arası sobada yahut, toprak ocak üstünde tıkır tıkır pişen yemeğin kokusu etrafa yayılırken sabırla iftar vakti çekilirken, ortada o muhteşem mübarek bir sessizlik, müthiş bir dinginlik, damlarda süüklerde kimi ezan bekler, kimi minarenin ışığının yanmasını. Biz çocuklar ise ezandan çok topun peşindeydik. Efendim bu top futbol topu değildi. Ramazan topu idi. Ondan sonrası malum cümle horanta kış ise çorbaların, yaz ise ayranın, boranının, soğuk şerbetli içeceklerin rağbet gördüğü sofraların bereketini paylaşır. Oruç açmanın huzurunu yüzlerinde yansıtır. Dualarla şükürlerle iftar sofralarını şenlendirirlerdi. Ramazanınız işte böyle muhabbetli bereketli olur inşallah.